24 Aralık 2017 Pazar

25 Aralık Özel: Müslüman Biri Yılbaşı veya Noel Kutlayabilir Mi?

"Yazının en sonunda Uzun Lafın Kısası adını verdiğim iki cümlelik ultra kısa bir özet var. Detay ve temellendirme okumak istemiyor fakat benim fikrimi öğrenmek istiyorsanız orayı okuyabilirsiniz."

Bu yazıyı yazmaktan çok büyük keyif alacağım. Ayrıca ister istemez de bir takım şeylerin rengini vereceğim gibi geliyor fakat bu şimdilik umurumda değil çünkü konu beni her daim irite eden ve "Ciddi misin cahil? Lütfen, öl." dememe sebep olmuştur. Müslüman birinin Yılbaşı veya Noel kutlaması caiz mi, dinen bir sorun var mı?

Bu soruların ve cevaplarının da benim için ayrıca bir önemi var çünkü din sorgusunun ardından din felsefesinden başlayarak diğer felsefi düşünceleri öğrenmeye başlamamın yıl dönümüdür. Nankörlük etmeyeceğim ben bu aptal karmaşa yüzünden Kuran-ı Kerim, Eski ve Yeni Ahit okudum. Bunun fitili ateşlenmeseydi belki asla bu değerli kutsal metinleri okumayacak kör kütük göçüp gidecektim. Tanrı'yı arayışım ilk aşamada korkutucuydu, O'nu kaybetmekten korkuyordum. Hakiki gerçeklik; elbette beni yine sevgili Tanrı'mın kollarında bulmamla sonuçlandı.

Eğer Twitter hesabımı takip eden biriyseniz "Bir kişi aslında hem Müslüman hem de Hristiyan olabilir!" düşüncemi görmüş, okumuş olabilirsiniz. Görmediyseniz de hemen küçük bir özet geçeyim; Müslüman kelime anlamı gereği "Tanrı'ya teslim olmuş", Hristiyan da "İsa takipçisi" olduğu için bunların insanları ötekileştirmek için uydurmuş olduğu sıfatlar olduğunu dile getirmiştim. Şimdiki yazımda bu toplara hiç girmeden Müslüman ve Hristiyan kelimelerinin günümüzdeki anlamlarıyla, kaçamak cevap vermeden, elbette kutsal metinlerin ışığında soru işaretlerini sileceğiz. En kolay olmasına rağmen utanç verici olanla başlıyoruz; yılbaşı.

Yılbaşı Kutlamak Caiz Midir?

Gerçekten "Yılbaşı kutlamak günahtır." diyen ilk cahil kimse kendisi tebrik etmek gerekli. Millattan önceki insanlık dahi bu denli aptal bir soruyla uğraşmazken 2017'de bu tip şeylerin tartışma konusu bile olması acayip komik. Yılbaşı kutlama eyleminin kötü olduğunu iddia etmenin yanı sıra bunun direk Allah'ın yasakladığını iddia ederek İslamiyet'e sözde hükümler giydirenlerin cennette yerleri hazırken ben, bir sonraki 365 günüm bir diğerine nazaran daha iyi geçsin diye temennilerde bulunmam sebebiyle cehennemliğim öyle mi? Buradan hoca efendilerinize meydan okuyorum, eğer sizin Allah'ınız öyleyse yanmaya hazırım! Benim sevgi dolu Tanrı profilimde bu tip acımasızlıklara yer yok.


  • Yılbaşı kutlamanın caiz olmadığına dair gelen ilk argüman genellikle "Yılbaşı = Noel" argümanı olur ki sizinde anladığınız gibi tamamen aptalcadır. Yılbaşı adından da anlaşıldığı gibi Dünya'nın Güneş etrafında bir tam tur atmaya başladığı gün anlamına gelirken, Noel İsa Mesih'in doğduğu gündür. Bu yanılgıya düşmelerindeki en büyük sebep kullanılan takvim olsa da bu cahilliği meşrulaştırmaz. Hiç düşündünüz mü bir yıl neden 365 gün, ya da bir gün neden 24 saat? Hayır doğru cevap "Dünya Güneş'in etrafında 365 gün sonunda bir tur attığı için." değil. Doğru cevap zaman kavramları için seçtiğimiz sayıların bol tam bölenlerine sahip olması.


Kafanız karıştı ise şöyle toparlayayım. Bir gün 24 saattir çünkü 24 aynı anda 2'ye, 3'e, 4'e 6'ya ve 12'ye bölünebiliyor. Bu da bizim bir günümüzü daha fazla parçalama imkanı sunuyor. Günün yarısı, çeyreği ve altıda biri gibi parçalara sahip olması ona daha fazla hükmetme imkanımızı arttırdığı gibi detaylandırma, özelleştirme gibi türlü türlü seçeneklere de sahip oluyoruz!

Şu an Türkiye gibi Dünya'nın bir çok yerinde kabul görmüş olan Miladi takvim veya Gregoryen takvim, Katolik Papa XIII. Gregory tarafından yaptırılmıştır. Miladi takvimlerden önce kullanılan Jülyen takvimi artık yıl hesabındaki bir hatadan ötürü 128 yılda 1 günlük kaymaya sebep oluyordu. Hatta şaşırırsınız belki o takvimle birlikte yılbaşı 25 Mart idi. Bu her iki takviminde ortak yönü kendisine referans olarak Güneş'in hareketlerini almasının yanı sıra bildiğimiz tipik ay sıralamasına sahip olmasıdır. Jülyen takvimindeki kayma Gregoryen takvimle giderilmiştir fakat zamanı daha rahat incelemek adına zamanı ikiye böleceği sıfır noktasını bulmak ayrıca bir dertti. Millattan önce, milattan sonra diye adlandırdğımız zaman dilimleri İsa'nın doğduğu gün temellendirilerek seçilmiştir. Milat sözcüğü doğum anlamına gelen ARAPÇA kökenli bir sözcüktür. (Teşekkürler Vikipedi :D)

Hicri takvim kendisine milat olarak -daha doğru tabir etmek gerekirse- zamanı ikiye böldüğü referans noktasını Muhammed'in Mekke'ten Medine'ye olan göçünü yani hicreti alır. Fakat bu takvimin yaptığı çok büyük bir hata vardır ki o da kendisini Ay'ın Dünya'daki hareketlerini temellendirerek oluşturmasıdır. Bu sebeple Hicri takvim, Miladi üzerinde sürekli kayma yaşar ve herhangi bir sabitesi yoktur. Her yılın başının farklı olduğu bir zaman dilimi düşünün. Evet, hicri böyle bir takvim.

Yazının Noel kısmında da değineceğimiz gibi Yeni Ahit'in hiç bir yerinde İsa'nın doğum tarihi ile ilgili kesin bilgiler verilmez. Hep tahminler ve düşünceler üzerinden veya bir kaç matematiksel hesaplamadan yararlanarak saptanmaya çalışılır. İsa'nın doğumu yıl olarak MÖ 6-2 olduğu saptanmaktadır. Yani 1 Ocak günün 1 yılı İsa'nın doğduğu gün değil, onun doğumu kullanılarak seçilen bir noktadır. İsa'nın doğduğu gün Katolikler için 25 Aralık, Ortodokslar için 6 Ocak'tır. Çünkü Ortodokslar XIII. Gregory'nin takvimi yerine Jülyen takvim kullanır. Buradan da çok iyi anlayabilirsiniz ki Ocağın biri Dünya'nın Güneş etrafında attığı turun dolması haricinde hiç bir dini anlamı olmayan sıradan bir gün iken, aralığın 25'i dini olarak özel bir günü temsil eder. Uzun lafın kısası; "Yılbaşı ile Noel aynı şeyler değillerdir."

Noel ile Yılbaşı aynı şeyler olsa dahi burada niyetin rolü çok büyük. Yılbaşı kutlamalarına dahil olan biri İsa'nın doğum gününü mü kutluyor yoksa yeni bir yılın gelişini mi bunu da Tanrı'dan başka kimse bilemez. Ne de olsa; "Ana rahminde sana biçim vermeden önce tanıdım seni." (Yeremya 1:5). Demem o ki Allah'ın adalet tartısı şaşmaz. Niyeti iyi, kötü olan birinin ayrımını pekala hakkıyla yapabileceğine şüphe yok.


  • Yılbaşı kutlamanın sapkın bir öğreti olması iddiasına eklenen bir diğer argüman hiç şüphesiz "ahlaksız Batı'nın eğlence anlayışı" olacaktır. İçki içilmesi, dans edilmesi, şarkı söylenmesi, dansöz gibi performansların izlenmesi, Sayısal Loto ya da Tombala gibi şans oyunlarının oynanması etik (((bu tipler etik ne demek bilmezler bu arada))) dışı olduğunu sürerek yılbaşının da etik dışı olduğunu iddia ederler.
Bu resmen şuna benzemektedir; "Domuz eti yemek haram kılınmıştır. O zaman yeryüzündeki bütün domuzları öldürelim." Bir eylemin kutlanma şeklinin kimse karışamayacağı fikrini bir kenara bırakacak olursak bile yine de aptalca bir fikirdir çünkü bunları yapmasına gerek yoktur. Yılbaşı kutlaması denilen şey yılın bütün huzursuz geçen günlerin acısını çıkarmak, bir sonraki yılın iyi geçmesini dilemektir ve bu dine uygun şekilde çok da güzel şekilde yapılır! Bu yılı da sağ salim tamamladığın için Tanrı'na iki rekat şükür namazı kılmaya ne dersin? Ya da karşına yepyeni imtihanlar gelecek; bunun için "Yılbaşı duası" etmenin ne gibi bir sakıncası olabilir?

Demek istediğim helal bir şekilde de yılbaşı kutlaması gayet yapılabilir. Bu durumda yılbaşı daha etik dışı mıdır, yoksa belirli gün ve haftalara biz mi belli başlı anlamlar yükleriz? "Yılbaşı ahlaksız Batı'nın Müslümanları uyutmak için yaptığı bir oyundur, uyan ey Müslüman!" gibi yaygara koparmak yerine 31 Aralık'ı 1 Ocak'a bağlayan gece Tanrı'ya güzel zamanlar geçirmek için yalvarmak veya ölüsünü anmak için Yasin benzeri sureler okumak çok çok daha samimidir inanın bana. İnsanların ve hatta insanlığın güzel zamanlar geçirmesini dilemek ne tür sapkın bir öğretiden çıkmış olabilir anlaması zor.

Noel Kutlamak Caiz Midir?

  • En son söylemem gereken şeyi ilk başta söylerek sizlerin canını sıkmak istemiyorum ki zaten beni biraz tanımışsanız buna ne cevap vereceğimi kestiriyorsunuzdur: EVET, CAİZDİR.
İsa Mesih'ten neden bu kadar korkuyorsunuz? Onu temel öğretilerini dinlemek sizce sizi dinden mi çıkaracak? Bu kadar zayıf bir imanınız varsa kendinizi gözden geçirin derdim fakat bilmem haberdar mısınız İslamiyet'e göre İsa da Allah'ın bir kulu ve elçisi. İsa; Müslümanlar ve Hristiyanların ortak paydada buluştuğu Meryem oğluyken peygambere bu denli taraflı yaklaşmanız hiç samimi değil. İsa herkes için geldi, Baba'nın Kutsal Yasa'sını dile getirmek ve Söz olmaktan başka bir şey yapmamışken bu kadar düşmanca bakılan İsa portesi beni ister istemez rahatsız ediyor. Babamız ortak, tapındığımız Allah aynı. Her iki dinde Tanrı tanımlarını yaparken İbrahim'den faydalanır. Teslis imanlısı bir Hristiyan İsa'nın tanrısallığına inansa da, Teslis'i reddeden Hristiyanlar ve Muhammed imanlısı Müslümanlar İsa'yı hali hazırda peygamber olarak görmektedirler. Bu durumda onun doğumda nasıl bir sıkıntı olabilir ki? (Kuran 3:45, 3:84, 4:157-171-172, 5:17)

Oğul İsa ve Baba Tanrı herkesin yapamacağı bir erdem yaptı. Herkesi sevdiler. Kendilerine inanıp, iman etmeyenleri bile. Çünkü Tanrı yasaları herkes için vardı ve şevkatli Tanrı asla ve asla oğluyla birlikte Adem'in soydaşlarına asla sırt çevirmeyecekti. "RAB tez öfkelenmez, sevgisi engindir, suçu ve isyanı bağışlar." (Çölde Sayım 14:18)

Durum buyken İsa'nın doğduğu günü ayrıca Kuran'a inanan biri de olsan kutlamanın ne gibi kötü yanı olabilir? İsa herkes için var. Tıpkı diğer peygamberler gibi.

  • Peki ya Müslümanlar her Hristiyan bayramlarını kutlayabilir mi diye soracak olursanız maalesef burada cevabım hayır çünkü Paskalya gibi bir gerçek var.
Paskalya; Hristiyan imanı gereği İsa'nın çarmıha gerildikten sonraki üçüncü gündeki dirilişini kutlamaktadır. Kelime anlamları olarak Diriliş Günü demektir. Kuran'da da açıkça bellidir ki İsa asla çarmıha gerilmemiştir ve Allah'ın yanına yükselmiştir.

"Halbuki onu öldürmediler, onu asmadılar da. Onlara İsa gibi gösterildi. Aksine, Allah onu kendine yükseltmiştir." (Nisa:157-158)

"Ey İsa, seni ancak ben öldüreceğim. Seni kendime yükselteceğim. İnkarcılardan temiz kılacağım." (Ali-İmran:3/55)

Ayetlerinden anlaşılır ki İsa'nın çarmıha gerilişi İslamiyet inancına yer edinmez. Buna rağmen İsa bir peygamberdir, Allah'tan direk vahiy alır ve Hristiyanlar da Ehl-i Kitap'tır. 

  • Noel Baba ve Noel ağaçlarını gördükten sonra öfkeden kudurmanıza gerek yok. Noel ağacındaki yıldız hariç olmak üzere bu ve bunun gibi popüler kültür ögeleri dini hiç bir motif içermiyorlar. Hatta Noel Baba evren üzerindeki ilk fantastik karakterlerden biridir. Kırmızı kıyafetleriyle, Ren geyikleriyle o bir efsaneden öte değildir.
Aslında zamanında Antalya'da yaşamış olan bir papazın Noel Baba olduğuna dair bir iddia vardır ki bu pek yalanlanamaz. İnsanları mutlu etmek adına Noel arefesinde hediyeler verir, onlarla dualar eder ve İsa'ya yalvarırdı. Ayrıca bulunduğu konum Bizans Ortodoks'larınca olmasından ötürü kendisi 5-6 Ocak tarihlerine aktif rol oynardı. "Sanki kendin görmüş gibi nasıl bu kadar kesin konuşabiliyorsun?" diyebilirsiniz çünkü cidden kendi gözlerimle gördüm. Antalya'da "Santa Klaus" fakat asıl adıyla "Aziz Nicholaos" için yapılmış bir tür müze ve kilise ziyaretlerine bulunup bilgiyi birincil kaynaktan alma şansım oldu.

Ayrıca sizde kolaylıkla akıl edebileceksiniz ki popüler kültürün Noel Baba'sı kar ile özdeşlemişken, Aziz Nicholaos neredeyse hiç kar yağmayan bir yer olan Antalya'da bulunmasından ötürü aynı şeyler elbette değillerdir. Bu sebeple Noel Baba asla dini bir motif içermez.

  • İşte zurnanın zırt dediği yere geliyorum. Yukarıdaki BÜTÜN anlattıklarıma dayatılan en sağlam argümanlardan bir tanesi bir ayet. Evet, hadis olsa (ki aynı temada hadisler de var) bir kulağımdan girer diğerinden çıkar. Konu Kuran ayeti olunca ince eleyip sık dokumak gerekiyor. O ayet; "Yahudi ve Hristiyanları dost edinmeyin. Onlar birbirlerinin dostudurlar. İçinizden kim onları dost edinirse, o da onlardandır. Allah zalim topluluğa hidayet etmez." (Maide, 5/51)
Kefenin sağ tarafında herkesi kucaklayan İsa ve Baba'sı, sol tarafında sırf Yahudi ve Hristiyan olduğu için onları dost edindirtmeyen Tanrı profili. Üçüncü sınıf gerzek bir Karikateist'çi değilim, Tevbe suresinden ayet cımbızlamak gibi amatörce değil daha geniş bakmaya çalışıyorum fakat söz konusu ayetin öncesini de sonrasını da okuduğumda tatmin olamıyorum. İslamiyet'in Tanrı'sına göre kendisinden önceki dinlerden olanlar herkes sapkın olmak mı zorunda? Konu cennet, cehenneme geldiğinde Ehl-i Kitap'ın cennete gideceği kesin hükmündedir;

"Şu bir gerçek ki, iman edenlerden, Yahudilerden, Hristiyanlardan, Sâbiîlerden Allah’a ve ahiret gününe inanıp barışa ve hayra yönelik iş yapanların, Rableri katında kendilerine has ödülleri olacaktır. Korku yoktur onlar için, tasalanmayacaklardır onlar. Bakara Suresi, 62"

Fakat iş zaman, mekan ve derinliğe sahip üç boyutlu evrende neden Yahudi, Hristiyan dost olunmayacak kadar kesin çizgilerle çizecek kadar kötü mü olmak zorundalar?

Bir Hristiyan da ahlakı Tanrı'ya temellendirir. Çoğu haram ve kötü davranışlar İslamiyet'in yasakladıklarına uyar. Fakat bir Hristiyan domuz eti yediği için ve İsa'nın çarmıha gerildiğine inandığı için kötü biri midir? Tanrı'nın gözünde kim daha değerli; çocuk istismarcısı bir Müslüman mı, ayda iki kere yetimhane ziyaret eden bir Hristiyan mı?

Bunun soruların cevaplarını ben değil siz sevgili okurlar vereceksiniz. Blog'un altına yorumlarınızı, sosyal meyda hesaplarımdan mesajlarınızı eğer anonim olmak istiyorsanız zteamteam@gmail.com adresine e-postalarınızı sabırsızlıkla bekliyorum.

Burada "Fakat burada bahsedilen kötü Hristiyan ve Yahudiler" argümanını asla kabul etmiyorum çünkü o dinlerin imanlıları için herhangi bir sıfat eklenmemiş. Ha'şa; Tanrı tek bir kelime eklemekten aciz olamayacaktır elbette. O zaman direkt "kötü Hristiyanlar ve kötü Yahudiler ile dostluk etmeyin." uyarısı gelebilecekken direk her ne kadar kelime olarak içerisinde olmasa da bütün anlamı yüzünden TÜM Yahudi ve Hristiyanlar için söylendiği anlaşılıyor.

Uzun Lafın Kısası: Bir kişi Müslüman olmasına rağmen Yılbaşını dini herhangi bir ritüel içermediği için, Noel'i de İslamiyet'e göre İsa'nın bir peygamber olması sebebiyle kutlayabilir. Fakat bu her Hristiyan bayramını kutlayabileceği anlamına gelmez, mesela Paskalya.

Hem Tanrı hem de ben sizi çok seviyoruz. Sevmeyi seviyoruz elhamdülillah. Yazım yanlışı gördüğünüzde bildirmeyi, fikrinizi beyan etmeyi ve size sorduğum soruların cevaplarını bana iletmeyi unutmayın. Herkese mutlu Noel'ler!


10 Aralık 2017 Pazar

Aşk Metafiziği Varsa Felsefesi de Vardır: Reddedilmek, Aldatılmak ve Terk Edilmenin Benzer ve Farklı Yönleri

Merhaba. Eğer Platon'a Göre Aşk (Platonik Aşk) yazımı okuduysanız "Aşk Metafiziği Varsa Felsefesi de Vardır" adında bir kitap üzerinde çalıştığımı da bilirsiniz. Son zamanlarda asla ve asla onunla alakalı verimli bir şeyler yapmıyorum ve ne gibi bir şeyin altına girdiğimin anca farkına varabiliyorum. Aynı durum blog içinde geçerli. En azından kitapta bulunan bir başka bölümü tease ederek hem blog, hem de kitap cephesini ilerleteceğime inanıyorum. Tarih vermem imkansız fakat aklımdaki mükemmeliyetin henüz %25'inde bile olmadığını söylemeliyim. Keşke felsefe okuyor olsaydım da bitirme tezim olsaydı. :D

Konumuz derin, detaylı ve hatta korkumun üzerine gidecek cinsten. Reddedilmek, aldatılmak ve terk edilmenin benzer ve farklı yönlerini inceleyecek bunlara maruz kalınmasını inceleyecek ve bir takım aşk felsefesi problemini çözmeye çalışacağız. O zaman hızınızı hiç kesmeden yazıya geçin.


Sevgi ve aşk gibi kavramları filozoflardan dinledik. Kimisi çokça kez olumlarken kimisi resmen onu "kötü" bir şey olarak gördü. Hatta içlerinde argümanlarını sadece cinsi yönden inceleyen bile vardı. Peki ya filozofların bu fikirlerinin ışığında ilerleyerek cevaplandırmadıkları soruları ve yapmadıkları tanımlar? Elbette bu bana ve size kalıyor. Tek eşliliğin doğruluğuna uzun zamanlar öncesi ikna olan insanların aşk hayatlarında çok sık duyduğumuz üç kelime kuşkusuz "reddedilmek, aldatılmak" ve "terk edilmek" olacaktır. Kimimiz bunları okurken bile tüyleri diken diken olur üstelik bunun için acı verici bir tecrübe edinmiş olmasına gerek dahi yoktur. Peki ya bunlar nedir ve üstlerinden nasıl gelinir?

  • Reddedilmek: Aşk Felsefesinde asıl sözcük anlamını kaybetmemiştir. Sevgi/aşk duyulan kişiye hislerini söylenmesiyle birlikte alınan olumsuz cevaba denir.
  • Aldatılmak: Asıl sözcük anlamına baktığımızda kandırmak ile aynı anlamda olduğunu söylesek yanlış söylemiş olmayız. "Yalan söylemek" temellerine dayanan bir kelime olmasına karşın Aşk Felsefesinde durumu güzellersek "başkasının üzerine gül koklamak" diye tabir edebiliriz. Hali hazırda biriyle karşılıklı duygu alışverişi içerisinde bulunan bir kişinin üçüncül kişilere aynı duygu hissiyatını bildirmek anlamına gelir.
  • Terk Edilme: Bir takım sebeplerden ötürü ideal aşk hissedilmeyen kişiye bunu söyleme sonucunda deyim yerinde ise yolları ayırmak anlamına gelir. Ayrılıktan çok büyük bir farkı vardır ve o da bu eylemin tek taraflı yapılmasıdır. Ayrılık iki kişinin verdiği bir karar iken terk ediliş "bırakma"ya tekabül eder.
Peki ama bu eylemler Aşk Felsefesinin etiğinde iyi ya da kötü eylemler midir? Bunlardan ötürü neden acı çekeriz üstelik biraz daha ileri gidip benzer ve farkları nedir bunları konuşacağız.

Benzer Özellikler
  • Konu reddedilmek, aldatılmak veya terk edilmek fark etmeksizin buluştukları en büyük ortak çatı karşı karşıya kalınan kişiyi üzmesi. Bu hüznün temellendirmesinin aynı oluşu bu eylemler için ilk bakışta "kötü" damgası vuruluyor olsa da "reddiye" ve "terk edilmenin" etiğe uygunsuz eylemler olmadığını göreceğiz.
Hüzün konusunda aldatılmak kendi içerisinde dallanıp budaklansa da kümeye diğer iki eleman eklendiği zaman kesişim kümesinde rahatlıkla kişinin kendisini yetersiz, geliştirmemiş ve değersiz bulmasını göreceksiniz. "Neden sevmedin ki?" diye soramayacağı için* sorunu kendinde arar ve bunu bulduğuna da körü körüne inanır. "Daha güzel, daha yakışıklı, daha zeki, daha cesur, daha kültürlü, daha öz güvenli" olması durumunda bunun başına gelmeyeceğini düşünmesi sebebiyle kendini bir bok çuvalı kadar değersiz görmeye başlar. İşte tam da bu sebepten ötürü bu üç eylem intihar sebeplerinin başında gelir. Schopenhauer'un da bildirdiği gibi;

"...bu chimera öylesine parlak ve ışıltılı hale gelir ki, eğer ki elde edilemezse hayat bütün cazibesini yitirir ve öylesine dümdüz, neşesiz ve tatsız görünür ki, ona karşı duyulan tiskinti ölüm korkusuna karşı bile galip gelir ve âşık kişi yaşamına gönüllü olarak son verir."
Schopenhauer - Cinsel Aşkın Metafiziği

"Eğer ki elde edilemezse" kısmından da anlayabileceğimiz gibi Schopenhauer burada reddiyeden bahsetmektedir fakat bu diğer eylemlerinde intihar tetikleyecisi olmadığı anlamına gelmez. Hali hazırda nihilizm savunucuları çok kabaca tarif etmek gerekirse "Hacı zaten hayatın bir anlamı yok istersem intihar ederim, istersem etmem." tarzındaki tutumları vesilesiyle iyi/kötü gibi ahlaki temellendirme derdine girmez. Donanımlı birey olma çabalarını Üstinsan'a bağlamış olsalar da insan doğası gereği bu eylemlerle karşılaşan kişinin illaki içerisinde kendini ya da yaşadığı olayın kötü olmasına bağlı olarak dini sorgulamaya başlar. Çünkü "Tanrı varsa bu kadar kötü olamazdır." Fakat o zamanla kaçırmış olduğu bir durum vardır ki Kötülük Problemi'nin teistlerce yaklaşımına göre kötülük Tanrı'dan gelmez. Tanrı yasasına karşı gelmek kötünün ta kendisidir. Buradan da anlayabiliriz ki kötünün yaratıcısı Tanrı değil insandır.

(NOT: * ile işaretlenen yer kitabın öncelerinde çok kısaca değiniliyor. Özet geçmek gerekirse çünkü kimse birini sevmek zorunda değil tıpkı sevmemek gibi. Sevginin farklılaştığı noktalardan biri budur ve sevmek ya da sevmemek herhangi bir temellendirmeye ihtiyaç duymaz.)

  • Her üç eylemin sonucunda dinen dahi olmasa bile inandığı değerler ufak bir sarsıntı geçirir veya daha çok tutulur. Buna en iyi örnek ise mutlu bir birlikteliğin ardından gelen sevginin kötü bir şey olduğunu ve işe yaramaz olduğunu kesin dille getirme aşaması olabilir. Bunu "felsefece" dile getirmek gerekirse birey Aşk Felsefesine dair düşüncelerini rasyonelizmden pragmatizme çevirmiştir.
Her aldatılan, reddedilen veya terk edilen sevgiyi değersiz görür anlamına gelmemektedir. Bu sadece en sık görülen vakalardan biridir. Olumlu yönde gelişse dahi buradaki ana sorun konun kesin çizgilere sahip olmasıdır. Teze karşı anti-tez getirilip sentez yapılmasını düşündüğüm için keskin kurallar veya yıkılmaz tabular işin içine dahil olunca ister istemez eleştirmek zorunda kalıyorum fakat konu Aşk Felsefesine geldiğinde gardımı indirmek zorundayım çünkü bireyin mücadelesini verdiği eylemler topluluğu ona yepyeni şeyler kazandıracaktır. Hiç bir insan reddedildikten, aldatıldıktan, terk edildikten sonra aynı olmayacaktır. Heraklitos "Değişmeyen tek şey değişimin kendisidir." derken Aşk Felsefesi mağdurlarını işin içine katmış mıdır bilinmez ama aynı nehirde iki kez yıkanamayanların dünyasına bu tip vakaların gerçekleşmesi oldukça normal karşılanmalıdır. %100 katılıp savunamadığım bir şey varsa o da teolojide Tanrı, deneyim sonucu elde edilen öznel bir ruhanilik olması fikridir. Aynı durum Aşk Felsefesinde de geçerlidir ve ben yine bunu %100 savunamam: "Aşk tecrübelere bağlı olarak iyi ya da kötü olduğuna karar verilen özel bir duygu selidir."

  • İd, ego, süper egonun hayatta kalma dürtüsünden, acıları hafifletip eğlenebilmek adına ve ilk maddede belirttiğim kendini yetersiz ve değersiz görmeden ötürü yeni hobi arayışları bu tipik üç eylemin sonuçlarından olmaktadırlar. Eski hobiler artık aynı tadı verememeye başlamıştır ve melatonin salgısını arttırmanın yolu o zamana kadar yapmadıklarını yapmayı denemekten geçmektedir. Bu hobilerin üretici veya tüketici yanının ortaya çıkışı bireyle alakalı olmaktadır.
Melatonin, Serotonin, Dopamin, Endorfin ve Adrenalin arttırmanın bir diğer yolu da uyarıcı maddelere maruz kalmaktır. Alkol, sigara ve uyuşturucu kullanımının bu dönemde parabolik artışının sebebi (bir alkol bakiri için) hem yeni şeyler deneyerek hem de biyolojisiyle oynarak mutlu olmaya çalışmaya çalışmaktan öte bir şey değildir. İmanlılar mutluluk hormonu salgısını arttırmak adına kendini Tanrı'nın şevkatli kollarına atar ve bu tip dünyevi zevkleri reddeder. Uyarıcı maddeleri bir kenara bırakıp hobileri incelediğimizde bireyin daha önce ilgisini çekmeyen ya da denemeye yeltenmediği şeyler olduğu apaçık görünmektedir. Öğrenciyse derslerine, çalışan biriyse kariyerine normal ilgisinden daha da fazla yaklaşır ki boş biri olmadığını kendine inandırsın. Bu tip çabalar takdire şayan olmasına karşın beklenilenin alınması imkansızdır. Birey kendine bu uğraşlarla birlikte bir artı ekleyebilir fakat reddiyenin vermiş olduğu hüzün maalesef ki daha ağır basar ve "Ben bunu yaptım hâlâ değersizin tekiyim." demeye devam eder.

  • Geçer derler ama geçmez. Bu eylemlerin can alıcı noktalarından biri ruhunuzun en derinliklerinde ve hatta bilinç altınızın en dip köşesinde de hüzün kırıntılarına sahip olmasıdır. Üstelik bunu arabesklik yapmak için ya da aptal edebiyatına hizmet etmek için söylemiyorum. Beyninizin çalışması gereği kişiler ve cisimler arasında ilişkiler kurdurarak hatırınızı kolaylaştırmaktır. O sebepten ötürü reddedildiğiniz, aldatıldığınız veya terk edildiğiniz kişiyle daha öncesinde bulunduğunuz ortak bir yere tekrardan geldiğinizde aklınıza gelen ilk şey bu durum olacaktır. Bu 2 saniye sürecek olan aşırı minimal bir etki de olabilir gelecek 3 ayınızı mahvedecek bir yıkım da. Bu sizin EQ'nuz (duygusal zeka), o kişiye verdiğiniz değer, yaşadığınız eski ilişkiler gibi farklı etmenlerle değişkenlik gösterecektir.
Bunun kaçınılmaz olması aşikar fakat bu birine kızacağınız bir etmen değil velhasıl insan olmanın fıtratında bu vardır. O sebepten ötürü buna benzer durumlarda hatırınıza gelmemesine değil bundan en az zararı görmeye çalışmanız kesinlikle sizlere çok çok daha fayda sağlayacaktır. "Bu benim başıma gelmiyor yha, aştım ben artık." diyen kişi emin olunuz ki yalan söylüyordur. İnsanî dürtülerini reddettiğini bilse kendine gülerdi herhalde. Zaten bunun da en iyi örneklerinden biri kişinin kendisini "Aman canım o kendi kaybeder." diye teselli edişinden belli olmaktadır. Bunun gerçek olmadığı o kadar bellidir ki, hayatta kalmaya çalışan beden yanlış bilginin doğruluğunu şüphesiz kabul eder.

  • Cepheler fark etmeksizin pişmanlık bildiren cümleler duymanız içten bile değil. Bunların olasılıkları birbirinden ayrılan noktaları olsa da "keşke" içeren cümlelerin dudaklardan dökülmemesi nadiren görülen bir olaydır. Haddimi aşıp "keşke" cümlelerinin söylenme olasılıklarını yüzdeyle belirteceğim, evet.
  1. Keşke reddetmeseydim. (%6)
  2. Keşke açılmasaydım. (%70)
  3. Keşke aldatmasaydım. (%95)
  4. Keşke aldatılmasaydım. (%70)
  5. Keşke terk etmeseydim. (%40)
  6. Keşke terk edilmeseydim. (%70)


Farklı Özellikler
  • Eylemlere karşı gösterilen benzer reaksiyonlar ve hüzünün temellendirmesinin aynı şey olduğuna değindik fakat bu hüznün ve acının miktarı eylemler arası farklılık gösterecektir. Herkes kendi çektiği acıyı örnek göstererek "Ama nasıl olur bu bundan daha fazla hüzünlü!" diye bana kızabilirler. Olaya tarafsız ve rasyonel yaklaştığımda acılar arasında şöyle bir sıralama görüyorum; Reddedilme > Aldatılma > Terk Edilme. Peki ya neden?
Bir kere reddiyenin diğer iki eylemden de daha büyük olmasının asıl sebeplerinden biri herhangi bir ilişkinin asla başlamayacak olmasıdır. Aldatılan veya terk edilen kişi sevdiği kişiden hayatlarının bir döneminde olsa da geri dönüş almış olmasına mütevellit reddedilen için böyle bir durum asla geçerli değildir. Hayatının hiç bir zaman dilimi onun için var olmayacaktır, bunun bilincine sahip olması reddedilen için ne büyük acıdır! Aldatılan ve terk edilen insanlar geçmişte geçirilen güzel zamanları düşünüp üzülürken reddiyesi verilen kişi ya potansiyel güzel günlere üzülür ya da bunların asla yaşanmayacağına. Aldatılan ve terk edilen kişiler dayanacağı bir hakikat var olmasına rağmen reddedilen kişi resmen sanal-hayal aleminin en sık ziyaretçilerinden biri olur. Diğerleri o zamanlardan kalan videolarını izler, fotoğraflara bakar; reddedilen hayalini kurar. Asla somut olmaz bunu gördükçe hüznü artmaya devam eder üstelik karşındaki kişiye de kızamayacağının bilincinde olduğu için kendisini bir numaralı sorun olarak görür. Sevmenin erdemli bir eylem olduğunu diğerlerinden çok daha iyi bilir. Belki hiç belki de çok uzun süreler boyunca başka kişilere karşı ilgi duymayacak; başladığı an bunun doğru olup olmadığını tonlarca kez sorgulayıp geçmişte hem kendisine hem de karşısındakine yalan mı söylediğine dair rahatsızlık duyar. Aldatılma gibi kötücül bir eylem olmaması sebebiyle düşmanlık duyamaz. Tam performans kendine yüklenir. Düşmanca hisler beslemediği için çok ufak bir parçası hala onu anar olmuştur fakat bunun imkansızlığı hayat kadar gerçektir. Kim bilir ileride yaşayacağı ilişkilerde dahi aklında yer edinir? Üstelik reddedilme diğer iki eyleme nazaran toplumca daha utanç verici olarak yorumlanır. Aldatan kişi hakkında bir kamyon azığa alınmayacak şey, terk eden kişi hakkında da "boş ver kanka zaten orospuydu" denebiliyorken reddedilme bunlardan tamamen uzaktır. Hali hazırda sizin bu tip teselliler bir kulağınızdan girip diğerinden çıkar. "Bekarlık sultanlıktır." diye teselli edildiğinizde bunun çok yemek yediği için midesi ağrıyan birinin şikayeti olduğunu anlarsınız fakat reddedilenin karnı açtır. Sevginin ta kendisine.

Aldatılma, terk edilmeye nazaran daha kötücüldür çünkü en güvendiklerinizden birinin sizi kandırmış olmasını aklınız alamıyordur. Her ne kadar "Ben ne yaptım ki?" diye kendinizi sorgulasanız da suçu ona atmanız oldukça muhtemeldir ve hakkınızdır! Aldatmanın hiç bir meşru yanı olamaz, bu bir hak olarak görülemez. "Ufak kaçamaklar" gibi meşrulaştırılamaz ve aldatan kişi değersizdir. İş Aşk Felsefesinin sınırlarını aştığında bile bu eylem aşırı kötücüldür. En azından reddedilmede ve terk edilmede karşınızdaki kişi size doğruları söylemiştir. Aldatılan kişi yalanla karşı karşıyadır ve bu duyguyu tatmayan bir kişi için bile anlaşılacak bir yıkıcılıktadır. "O günlere lanet olsun!" denecek günlerin varlığı acıyı hafifletmelidir.

Terk edilme içlerindeki en az hüzünlü olandır çünkü olgun biri her şeyden önce değişimin değişken olduğunu bildiği için aşık olunan karakterin değişmiş olacağını ön görebilir. Yalanlar ve sahtekârlıklarla değil saf gerçeklerle yüz yüze oluşu acısını biraz daha hafifletmesinin yanı sıra kelimenin tam anlamıyla tüm sorunu kendine yüklemek zorunda değildir. Terk edilen kişi aldatılan biri gibi "Demek ki sevgisi yalanmış." diyebilir yine de kendisini aldatmayan biriyle birlikte olduğu için kendini ve sevdalısını tebrik etmelidir. Tesellileri aşırı klişedir fakat işe yarar. Daha iyi hissettirir diğerlerine nazaran gönderme yapma eşiği daha geniştir ve yeni insanlara yönelim daha az sancısız geçecektir. İlk aşamada "Madem öyle ben de can yakayım." gibi aptalca bir uğraşın içine girerler fakat bunun yanlışlığını görüp empati kurdukları anda bu gereksiz sevdadan vazgeçerler.

  • Reddedilme ve terk edilme intikam gözetmez. Aldatılma gözetir. "İntikam almak" iyi midir kötü müdür bu tartışmaya hiç girmeyeceğim yine de reddedilen ve terk edilen kişi karşısındaki kişinin güzel, mutlu bir hayat geçirmesini pek tabi ki dileyebilir hatta bir nevi olması gereken budur. İş aldatılmaya geldiğinde farklılaşır çünkü kandırılan insanın öfkesi hiç bir şeye benzemez. Beddualar, iki yakası bir araya gelmesinler genellikle bu eylemin sonucu duyulan temennilerdir.

  • Reddedilme ve aldatılma bütün tekrardan ilişki başlangıç olasılıklarını sıfıra çekerken terk edilmede çok ufak dahi olsa böyle bir ihtimale sahiptir. Elbette bu terk edilişe ve bireylerin erdemlerine bağlıdır. Benzer özelliklerde değindiğim şeyi hatırlıyor musunuz? "Bu eylemlerden sonra kişi ister istemez değişir." demiştim. Bu terk eden ve edilen kişinin ilişkilerinin devam etmesine de çok büyük etkisi olur. Olumlu veya olumsuz olmasına rağmen bizler olumsuzluk haberlerini daha çok alırız. Bunun sebebini gerçekten tam olarak bilemiyorum. Sunacak da bir argümanım yok dürüst olmak gerekirse.
(((Çok uzun olduğunu düşündüğüm için burada bırakıyorum. Umarım zevk alarak okumuşsunuzdur. Yazım yanlışı gördüğünüzde bildirmeyi ve fikirlerinizi söylemeyi sakın ihmal etmeyin. Sevgiyle kalın.)))





10 Kasım 2017 Cuma

10 Kasım Özel: Mustafa Kemal'siz Türkiye Korkunçluğu

Merhaba sevgili okurlarım nasılsınız? Bugün Türk ulusu adına üzücü bir gün. Kurucu lider Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün bedenen aramızdan ayrılışının 79. yıl dönümü. Onu hürmet ve rahmetle anıyorum.

Bugünkü yazımda onun olmadığı bir ulusun ilerleşiyini anternatif tarih tadında ütopik bir hikayeyle anlatmak istiyorum. Tarihi 1915'lere yani I. Dünya Savaşına geri sarıyoruz.

I. Dünya Savaşı Dönemi

İttifak ve İtilaf blokları aynı şekilde bölümlere ayrılmışken Osmanlı İmparatorluğu yine Almanya'nın yanında tam da alternatif olmayan tarhiteki amaçlarla savaşa girer. Cephe dağılımı yapıldıktan sonra Almanlardan alınan iki gemiyle gerekli bombalama işlemleri yapıldıktan sonra savaşta, İttifak bloğunda olduğumuzu resmen duyurduk.

Trablusgarp İtalyan'ların göz bebeği fakat İngilizler, İtalya'nın o denli gelişip büyümesini tabir-i caiz ise sömürgecilik yarışına yeni bir rakip istemezler. İtalya bir kaç kez gelip Trablusgarp için çalışmalarda ve ufak fetih hareketlerinde bulunur. Bunun kokusunu alan İngilizler tıpkı ileride de göreceğimiz "Arabistanlı Lawrence" vakasının bir benzerini bizim lehimize de olsa yapar. Çünkü Osmanlı'nın Arap kesimden alacağı "bağımsızlık yarası" tek başına dahi olsa İngilizlere yetecektir ve Trablusgarp'tan sırf İtalyanların almaması adına vazgeçebileceklerdir. Trablusgrap İngiliz casusların halkı ayaklandırmasıyla Osmanlı'da kalır.

İngilizler Çanakkale cephesine doğru ilerlemektedirler. Amaçları apaçık ortadadır; Çanakkale Boğazını kullanarak Rusya'ya ulaşmak ve gerek askeri gerek de teçhizat yardım yapmak. Osmanlı adına Çanakkale bir savunma savaşıdır ve düşman öteki tarafa geçmemelidir ki savaş İtilaf kesmine büyük bir darbe olsun. Akın akın Anzaklıyla gelen İngiliz kesmi stratejik bilgiye sahip olmayan acemi askerler, yetersiz imkanlar ve sayıca üstünlüğe sahip olmasıyla ezici bir üstünlükle Çanakkale'yi geçer. Nusret Mayın Gemisi bir tane mayın tutturamaz, Koca Seyit ve 51. Alay efsaneleri asla yaşanmaz.

İngilizlerin Çanakkale'yi geçmesiyle Rusya savaşa daha da güçlü girer. Rusya bir çarlık olarak kalır ve kısa süre içinde de yıkılmaz. Gizli kapaklı yapılan anlaşmalar da gün yüzüne çıkmadığı için İtalya mağdur edilir fakat artık her şey için çok geçtir. Rusya Çarlığının politikası elbette bellidir. Hem Slav'ları tek çatı altında toplamak için Balkanlardan hem de sıcak denizlere inmesi açısından Anadolu'nun doğusundan aynı anda aşağıya inerek Osmanlıyı büyük bir ikilemin içerisine sokar. İngilizler ilk aşamada bu fikre sıcak bakmasa da "hasta adam Osmanlı" için bunun son darbe olduğunu düşünür ve sesini çıkarmaz. Dönemin padişah ve vezir ekibi Balkanların kurulmasında karar kılar çünkü Almanya'dan gelecek her hangi bir yardım en kolay şekilde oraya yetişebilecektir. Nitekim sonuç tam da Osmanlı'nın ön gördüğü gibi olur Balkan ilerleyişinin sadece bir kısmını ufak Alman destekleriyle durdurabilen Osmanlı; Anadolu'nun doğusundan büyük feragat etmiştir.

Azınlıklar bu durumu fırsat bilip kendi ülkelerinin bağımsızlıkları adına İtilaf bloğunu resmen sıkıştırır. Amerika'dan onlar için er ya da geç güzel bir haber gelecektir fakat bunun gerçekleştirilmesi aktasılatacatır çünkü sömürü Avrupa'sının başı daha büyük bir beladadır o da Rusya. Avrupa'nın doğusunu resmen gümüş tepside sunan Osmanlı'dan sonra Rusya kendinde o gücü bulmuş olacak ki Musul kesmi için ufak planlar yapar. Fransa ve İngilitere buna kesin dille karşıdır ve Rusya'yı savaştan çıkarmak adına çalışmalara girişirler.

"Benim olmuyorsa kimsenin olmasın" politikası izleyen İngiltere tıpkı Trablusgarp'ta yaptığı gibi bölgede isyanlar çıkartır ve Rusların burada istenmediği vurgusu tüm kamuoyunca yapılır. "Özgürlük, bağımsızlık" gibi ahlaki ve hasas değerleri savunan kesimi sırf işlerine geldiği için savunan bir İtilaf devleti portresiyle karşı karşıya kalınmıştır. "Biz size bağımsızlık verdik, sizde bize toprak verin" yüzüne sahip olmak adına hep destek tam destek İtilaf devlet bloğu İtalya'nın ufak çomak sokuşlarıyla karşılaşsa da tereyağdan kıl çeker gibi bu işi de halleder.

I. Dünya Savaşı resmen bitmiş. İtalya istediğini alamamış, azınlıklar haklarının farkına varmışlar, Rus kesimi Arabistan'dan yavaş yavaş çekilmiş ve ne üzücüdür ki İttifak bloğu ağır yenilgiye uğramıştır. Bu da bizi I. Dünya Savaşı sonrası diplomasi dönemine götürür.

I. Dünya Savaşı Sonrası Diplomasi Dönemi

Wilson ilkeleri yayınlanmıştır. İtalyanları ve Rusları bölgeden def etmek amacıyla "özgürlük ve bağımsızlık" ilkelerini kullanan İngiltere ve Fransa mecburen Wilson'u tanıdığını ilan etmiştir. Bu sebepten ötürü savaş tazminatı almaz ve ilk aşamada toprak talep etmezler.

Yine de İngiltere'nin ve Fransa'nın henüz Anadolu üzerindeki planları bitmemiştir. Azınlık kesimin haklarını savunduğunu ileri sürerek İngizler, Yunanistan; Fransızlar da Ermenistan'ın kurulması üzerine çalışmalara başlarlar. Kağıt üzerine toprak paylaşımları tamamen Yunan ve Ermeni ırkları adına da görünse de işin iç yüzü tamamen farklı olup, İtilaf bloğunun yeni sömürü arayışından başka hiç bir şey değildir. Üstelik bu sözde bağımsızlık mücadelesi adına asla kendi insan gücünü kullanmayarak daha büyük bir kâr yaparlar. Şu an ki düzen onlar için ideal olmasa da Wilson tam da biçilmiş kaftandır ve bundan da sonra ne yapılacağı bellidir. Osmanlı'nın en verimli topraklarının azınlık hakkını olduğunu iddia ederek kraliçe adına oradaki doğal kaynakları kelimenin tam anlamıyla tüketmek.

Harb-i Muhavala (Deneme Savaşı) - Kurtuluş Savaşı Dönemi

Toplum bir şeylerin ters gittiğini anlamıştır. O günün mühim yazarları ve düşünürleri gerek kitaplarla gerek dergilerle okura ulaşmaya çalışır fakat okuma-yazma bilen kişi sayısı nedeniyle bu sayı oldukça düşüktür. Osmanlı Devleti asıl gerçeklikteki gibi düşmana tamamen boyun eğmemiş ve kendi çabalarıyla Kurtuluş Savaşı yani benim alternatif gerçekliğimde "Harb-i Muhavala" yani Deneme Savaşı'nı başlatmıştır.

Başkenti İstanbul'dan ziyade daha iç kesimlere taşımak oldukça parlak bir fikirdir fakat gerek gelenekler adına gerek imkansızlıklar adına başkentin iç kesimlere taşınması fikri sürekli geciktirilir. Devletinin bağımsız olması adına canını ve malını feda etmeye hazır olan çokça genç iş başa düştü diyerek direnişi kendi adlarına meydanlara gösterirler. Yapılanın bir haksızlık olduğu, İtilaf bloğunun bunu tarih boyunca sıkça kez yaptığını ve tam da diyeceğim şey şudur ki geçmişteki referansları oldukça "kötücül" olduğu için bir sömürü olduğu vurgusu her daim yapılır. Ortada bir takım fikirler vardır fakat bunlar sismatik bir şekilde sıralanmadığı için ya da rasyonel filtrelerden geçmediği için olduğu gibi kabul edilirler ve bu yapı işlerin oldukça yavaşlamasına neden olur. Şaşırtıcıdır ki bir diğer meclis kurulmamasına rağmen Mondros Ateşkes Antlaşması İstanbul hükümetince imzalanmış, Sevr ise o topraklarda yaşayan toplum tarafından tanılmamıştır ve tam da o dönem anlam kazanarak tüm Dünya'ya yepyeni bir kavram öğretir: "halk iradesi."

Harb-i Muhavala fikir olarak Kurtuluş Savaşına çok benzese de düzensizlikten çok çeker. Milli değerlerin korunması için herkes seferber olmuştur. Ya da olmuş mudur acaba?

Halife hala aktif olarak rol oynar tabi buna aktiflik denirse. Müslüman Araplar asla ve asla Halife'nin sözünü dinlemez ve ümmetçilik fikri sarsıntıya uğramıştır. Bu fikri sağlamlaştıracağının sözünü veren ve kendini Mehdi ya da Ermiş olarak tanıtan Hoca Şükür Anadolu'ya damgasını vurur. Allah'ın kendisiyle doğrudan ilişki kurduğu yalanını topluma yurtturmasıyla işler tamamen sarpa sarar çünkü asıl amacı Halifelik ünvanını padişahtan alıp İslamiyet'ten tamamen uzak, hurefelerle dolu, sözde Allah'ın kuralları olan şeriat getirmeye çalışan çıkarcı bir sapkıntan ötesi değildir. Kendisinin ölümünün Osmanlı'nın sonunu getireceği batılına bir çok kişiyi inandıran Hoca Şükür resmen kendisine yapılacak olan suikast girişimlerini engeller.

"Allah bana buyurdu! Ey Anadolu halkı sözlerimi iyi dinleyin. Muhammed'in ümmeti tehlike altında dediler, haşa! Bunu dünyevi bir kaç sapkın haçlı Hristiyan mı yapacak? Elbette bunu engellemek ben Mehdi Hoca Şükür'e düşer. Ey Anadolu halkı! Evlerinizde bulunan her bir birey adına bana zekat veriniz ki Allah'a bunu dileğimizi hemen ileteyim. Şüphesiz ki o biz ümmeti için doğru olanı yapacak olandır." 

Hoca Şükür'ün bu sözleri üzerine ona inanan bir çok Anadolu'lu zekatlarını verirler. Allah'a ulaşmak adına uzunca bir yolculuğa çıkacağını söyleyip Anadoluları terk eder. Hoş bir zenginlik ile "sapkın Hristiyan" topraklarına doğru yola çıkar ve savaşın kaybedileceğine kesin gözüyle bakar. Tam da bu nedenle kuracağı ilk ütopik devlet fikrinden vazgeçer. Hoca Şükür idealleri olan değil çıkarları olan bir şarlatan olarak Türk tarihinde anılır.

Düzensizlik beraberinde getirdiği kaos sebebiyle Harb-i Muhavala'da başarısız olunur. Ege'nin batısı kelimenin tam anlamıyla teslim edilir. Güneydoğu Anadolu ve Doğu Anadolu toprakları Fransız Ermeni devleti için çoktan seçilmiştir bile. Rum kesim hiç vakit kaybetmeden İstanbul'a geri alarak Hristiyan geneliklerine son sürat devam eder. Ayasofya Kilisesi ibadete açılmıştır.

Harb-i Muhavala Diplomasi Dönemi

Kayıplar o kadar büyüktür ki bir sonraki yapılacak olan barış antlaşması resmen okumadan imzalanacaktır. Belli başlı istekler ve taviz verilmeyecek konular belirlenir.

  1. İç ve dış işlerinde tam bağımsız.
  2. Her ay ya da yıl ödenecek üstü kapalı sömürü fikrine kapılar sert kapalı.
  3. Halk dini her neyse onu yaşamaya devam edecek.
  4. Hoca Şükür geri verilecek.
"Lozan"da antlaşma adına masaya oturulur. Osmanlı padişahı ve halifesi sıfatıyla I. Hakan salona teşrif etmişlerdir. Monarşinin tam gaz devam edeceği sinyalleri burada verilmiştir. İşte bu alternatif gerçeklikte Lozan gerçekten de hezimettir. Taviz verilmeyecek dört konudan da taviz verilir ve Lozan'ın en kilit 4 maddesi şöyledir.
  1. Yeni Osmanlı Devleti iç-dış işlerinde İngiliz Yunanistan ve Fransız Ermeni Devletlerine sürekli bilgi vermek zorundadır.
  2. Yılda 2 defaya mahsus olmak üzere "Azınlıkların ezilme hakkı" adında ödemeler yapılacaktır.
  3. Komşu ülkelerin ülkenize gelmesinden ötürü İslami motiflere bir takım kısıtlamalar gelecektir.
  4. Hoca Şükür denilen kişi hiç var olmamış ve Anadolu halkının işleri batlamak için uydurduğu bir karakterden öte biri değildir.
Günümüzün İç Anadolu ve Karadeniz'in ortasının birazına sahip olan "Yeni Osmanlı Devleti" bu kısıtlamalarla kurulur. Yönetimi monarşi, peki ya alfabesi?

Yeni Osmanlı Devletinin İstatiksel Verileri

  • Devletin adı: Yeni Osmanlı Devleti
  • Yönetim: Monarşi
  • Para birimi: Akçe (hâlâ)
  • Dini: İslam (tabi ki buna İslamiyet denirse, ezan Türkçe bile değil. OKUNMUYOR.)
  • Alfabe: Arap harfleri
  • Okur-yazar oranı: %45
  • Marş: Mehter (aynen tam bağımsızız ya marşımız eksikti)
  • Nufüs: Yaşlı nüfus gençlere nazaran çok daha fazla.
  • İntihar oranları: Halkın ölümlerinin %27'si intihar. İlk sırada hastalık bulunuyor, intihar altıncı sırada.
  • Eğitim: Medrese ve çarptırmalı dini eğitim. Komşu ülkelerin müfredaata karışma ihtimalleri var.
  • Gelir kaynağı: Buğday, hayvancılık, sosyal bilimler
  • Giderler: İki yılda bir verilen "azınlık ezilme hakkı", teknoloji ve işlenmiş ürün.
Sana minettarız Ata'm.

(Bu alternatif tarihte günümüzde olan hadiselerle farklar nelerdir diye soracak olursanız:
  1. Trablusgarp'ın savunması tamamen yabancı kaynaklı oluşu.
  2. Çanakkale Savaşı'nın kaybı.
  3. Çarlık Rusya'nın yıkılmayışı.
  4. Daha güçlü Rusya'nın savaşa tam performans dahil olması.
  5. Rusya'nın savaştan çekilmemesi nedeniyle gizli anlaşmaların ifşa olmayışı.
  6. Balkanların korunması adına Almanlardan ufak yardımlar alınışı.
  7. İtilaf bloğunun Wilson ilkelerini tanımaları.
  8. İtalya'nın hala İtilaf bloğunda olması.
  9. Harb-i Muhavala sadece bir deneme olarak kalması, icrate geçilememe.
  10. Hoca Şükür: İnsanların dini yönlerini sömüren çıkarcı hayali karakter.
  11. Rum kesiminin İstanbul'a yerleşmesi ve Ayasofya Kilisesi'ni kurması.
  12. Lozanın GERÇEKTEN hezimet olması.
Bir sonraki yazıya kadar kendinize iyi bakın.



7 Kasım 2017 Salı

"Eğitim Bölgesiz ve Sınavsız Mahalli Yerleştirme Sistemi" Üzerine Eleştiriler

Nasılsınız canlarımın içi? Çok samimi bir giriş oldu değil mi? Şu sıralar başka bir konu üzerine kendimce detaylı bir yazı hazırlıyorum fakat onun çıkması uzun süreceğinden ötürü öncelikle sizleri yazısız bırakmamak adına bunu aradan çıkarmak istedim. Ayrıca konu oldukça taze!

Blog'un açıklama kısmında da yazdığım gibi aydın değilim, peygamber değilim bu konu içinde bir eğitimci değilim fakat hem öğrenci olmanın verdiği birtakım sistematik bilgiler hem de hayatım boyunca kendilerini sıkça defa anabileceğim kaliteli eğitimcilerle birlikte olduğum için bu konuda da elbette eleştirilerimi esirgemeyecektim.

Öncelikle yeni sistemin ne olduğunu sindirmemiz gerekli ardından detaylara inerek aklımızdaki soru işaretlerini sileceğiz. Bu tip şeylerde genellikle "adından da anlaşılacağı gibi" tabirini çok sık kullanırım, kullanmasına da adından bir halt anlamıyorsunuz. O yüzden sizlerle başlık başlık incelemeyi uygun gördük. Sıralama Milli Eğitim Bakanlığı'nın twit'lerinin sıralamasıyla aynıdır.

"Bakan Yılmaz: TEOG yerine daha kolay, daha anlaşılır ve çocuklarımızı sınav stresinden uzak tutacak bir sistem getiriyoruz."

Neden? Evet, sınav stresi denilen şey acayip kötü ve resmen ömür törpüsü ama bir sınav ne kadar zor olursa o kadar seçici olur bunu hepimiz biliyoruz. Bunun en iyi örneği 2016 ve 2017 senelerinin YGS'leri değil midir? "Zor sınav" demek yer çekimi ivmesini 10 yerine 9.97 almak ya da oksijenin ağırlığını 16 yerine 15.998 almak olmamalıdır. Kişiyi okuduğunda farklı düşünmeye itecek bir nevi pratik zekanın ürünü olan soruların varlığı bir sınavı olduğundan çok daha değerli kılacaktır. Sınavlar kolaylaştıkça çalışmayan öğrencide yüksek yapacağından ötürü çalışan kesim haklarını hiç bir zaman tam verimle alamayacaklar. Eğer ki derseniz "bir sınavın kolaylığına ve zorluğuna göre okulların arz talepleri değişiyor ki zaten bu o kadar da büyük bir dert değil." şu gerçekliğe toslayacaksınız "yığılma". Belli başlı öğrenciler, belli başlı puan aralığında yığıldıklarından ötürü sıralama yapılmasını neredeyse imkansız hale gelecek ve tercih edilen okula kimin gireceği tamamen meçhul!

"Öğrenci, adresine en yakın okula yerleştirilecek. Başvuruda öğrencinin karşısına 5 okul çıkacak. Öğrenci tercih yapacak. Esas gayemiz sınavsız liselere geçişi sağlamaktır. Akademik seviyesi farklı öğrencileri aynı sınıfta tutarak genel başarıyı artıracağız."

AGHJKSDJKAHSGFKJHAGSFJKHGASFHJAGSDJKH. Kusura bakmayın ama ben buna okkalı bir kahkaha atarım sadece. Okul tercih edebilme kıstası sadece "en yakın olan okul" olması muhteşem komik bir şey değilmiş gibi bir de akademik seviyesi farklı öğrencileri aynı sınıfta tutarak genel başarıyı artıracaklarına inanmaları içler acısı. Öncelikle "en yakın okul" meselesinden başlayalım. "Evinin yakınında fen lisesi olan yaşadı" yorumunu yapmadan sakin olun lütfen işler aslında tahmin ettiğiniz gibi değil. İşler böyle olsa bile ben Gaziosmanpaşa'da yaşamama rağmen Beşiktaş'daki lisede okumak istiyorum bunun önü neden kesiliyor? Ya da şehirler arası düşünelim mesela Ankara'da yaşan biri İzmir'deki bir okulda okumayı pekala isteyebilir. Bu özgürlüğü ve istediğin okula girebilme hakkını elinden tamamen alıyor öğrencilerin. Ayrıca da Türkiye gibi bir ülkede sınavsız lise ya da üniversiteye giriş ütopyadan başka hiç bir şey değildir.

Akademik seviyeleri farklı öğrencilerin aynı yerde toplanmasından nasıl genel başarı artışını gözleriz merak ediyorum doğrusu. Açık konuşacağım bazı öğrencilerin terimleri, kavramları veya işlemleri algılamaları için fazladan çaba ya da özel yöntemler isterken bazılarının bu tip şeylere ihtiyaç duymadan sadece hız kazanması adına soru çözmesi gerekiyor. İki farklı öğrenci profilini içeren sınıfta hocanın kime göre ders işleyeceği tamamen meçhul. İlk bahsettiğim profile göre ders anlatması durumunda ikinci grup adına verimli bir çalışma gerçekleşmeyecektir. İkinci bahsettiğim profile göre bir anlatım geçiren hocanın sınıfındaki ilk grup da çözümleri tam anlamadığı için sıkılacak ve dersin takibini bırakacaktır. Her iki senaryoda da ne gerçekleşeceği apaçık ortada; BAŞARISIZLIK.

"Sınav yapacak nitelikli okulları mayıs ayında açıklayacağız. Sınava girmek isteğe bağlı olacak. Nitelikli okulları hedefleyenler merkezi sınava girecek. Diğer öğrenciler evlerine yakın 5 okuldan birini tercih edecek. Mevcut TEOG'da mutlaka sınava girmek zorundaydınız. Sınav mecburiyeti ortadan kalktı."

Sistemin asıl niyeti burada ortaya çıkıyor işte. Aslında işler hiç de düşündüğümüz gibi değilmiş. Fen liseleri, yüksek sosyal liseler, proje okulları ve bir nevi markalaşmış Anadolu liseleri "nitelikli okul" adıyla sınava tabii tutulan yerler olacaklar. "Türkiye'de sınavsız giriş ütopyadır." fikrimi doğrular nitelikte sanki. Buradaki rezelliklik "nitelikli okul" kıstası elbette. Bakanlık bile güzel okul, çirkin okul ayrımını kesin çizgilerle kabul ediyor. Bunun bakanlık tarafından ayrıştırılmasının doğruluğu veya yanlışlığı tartışılır. Benim burada değinmek istediğim konu "niteliksiz okullara" sınavsız girebilmek bence pozitif bir adım. Adam zaten hali hazırda 220'li puanlardaki bir lise için sınavla uğraşmasın, onun derdine düşmesin abi, gerek yok bence de. Sanırım sistemdeki tek klass haraket bu olabilir.

"Örnek sorularımızı yayınlayacağız. Sorular 6, 7 ve 8. sınıftaki müfredattan olacak."

Bu bana OKS sistemini hatırlattı. Bilmem bilir misiniz ya da hatırlar mısınız SBS'den önceki OKS'de ortaöğretimin son sınıfında yani 8. sınıfta gerçekleşmesine rağmen bütün ortaöğretim müfredatından soran bir sistemdi. Bu SBS'yle her sene bir sınav olacak şekilde güncellendi. SBS'nin arından gelen TEOG'la işler 8. sınıfa indirgenmişti. Açıkçası bunun iyi mi kötü mü bir karar olduğunun tahlilini yapamıyor ve yorumu siz okurlarıma bırakıyorum.

Umarım yazımı sıkılmadan tek çırpıda okuyabilmişsinizdir. Yazılarımızın nice nice artması ve sizlerin de okuması dileğiyle. Okuduğunuz için teşekkürler. İmla ya da kaynak hatası varsa bildirmeyi lütfen ihmal etmeyin.


4 Kasım 2017 Cumartesi

İspanyollar Neden Boğa Güreşi Esnasında "Oley" Der?

Merhaba, nasılsınız? Çok ciddiyim yazmayı özlemişim bile. 2 günde bir yazmak gibi bir kıstasım vardı fakat quizler (ya da kısa sınav ne derseniz deyin) nedeniyle yazı yazma konusunda biraz çuvalladım. Üstelik bunun daha vizesi var. Fakat ağlayıp sızlanmanın zamanı değil süratle yazıma geçelim.

Okulda Sinema kulübünün yürütmüş olduğu her öğrencinin alabildiği bir senaryo dersi alıyorum. Senaryo yazım teknikleri, karakter yaratma portesi ve sinemasal terimler haricinde Cengis hocanın muhteşem biri oluşundan ötürü çok eğlenceli bilgiler de öğreniyorum. Onlardan biride İspanyollar neden boğa güreşi esnasında "oley" der oldu. Keşke bir tür kayıt alsaydım da kelimesi kelimesine yazsaydım fakat aklımda kalanı kadar yazacağım.

"Tarihin her dönemini incelediğinizde Araplar korkak bir millet olmuştur, bunu görmüşsünüzdür. Tarih boyunca kazandıkları neredeyse bir tane bile zafer yoktur. O kadar ki Cebelitarık Boğazı'ndan taarruz eden Araplar korkudan geriye kaçmasınlar diye komutanı gemileri yaktırmıştır. Her neyse Müslüman olan Türklerde de gördüğünüz ortak bir özellik vardır. Kendilerini cesaretlendirmek adına saldırıya geçerken ne derler? Evet, çok doğru bir tahmin! Bizler nasıl 'ALLAHALALALALALALA' diyorsak Araplar da 'Allah, Allah, Allah' diyorlardı. Şaşırtıcıdır ki işgal başarılı olur ve İspanya Müslümanların eline kelimenin tam anlamıyla geçmiştir. 'Allah' kelimesi İspanyolların diline evrile evrile 'oley' olarak girer. İncelediğinizde de İspanyolca'ya tıpkı bizim gibi bolca Arapça sözcük geçmiştir. İşte boğa güreşçisi de hem cesaretlenmek için hem de karşısındaki boğanın dikkatini çekmek için 'oley' der. Sadece boğa güreşlerinde değil gündelik hayatlarında da çokça kez kullanırlar. Kendilerini cesaretlendirmeleri gerektiğinde, güzel sevindirici bir haber aldığımızda biz bile yer yer kullanıyoruz değil mi?"

Bu seferki yazım biraz kısa fakat eğlenceli oldu bence. Umarım severek, sıkılmadan okumuşsunuzdur. Kendinize iyi bakmayı ihmal etmeyin!

20 Ekim 2017 Cuma

İdeoloji Olmayacak Kadar Değerli: Feminizm

Herkese merhabalar! Şu an dört numaralı yazımı yazarken sizlere teşekkür etmem gerektiğini düşündüm çünkü Platonik Aşk Nedir yazım 99 tık alıp, diğerlerine de gerektikleri ilgiyi göstermişsiniz. BİR NUMARASINIZ! O zaman "ilk yazı dizime" başlamak istiyorum.

"İdeoloji olmayacak kadar değerli" adını uygun gördüğüm yazı dizisinde amaç zaten isminden çok anlaşılabilir olduğunu düşüyorum fakat yine de özet geçmek gerekirse "ideoloji" çukuruna batıp saplanmış ve bunların sadece bir kesimin değil HERKESİN kabul etmesi gereken fikirleri inceleyeceğiz. İlk misafirimiz feminizm.

Bakın Allah belamı versin ki direk Google'dan kopyalayıp yapıştırdım. Çünkü bu tanım durumu özetlemeye oldukça yetiyor zaten.

"18. yüzyılda Fransa'da filozoflar ve kadın yazarlarca ortaya atılan ve savunulan, daha sonraki yüzyıllarda her toplumda yandaş bulan, kadının siyasal ve toplumsal haklar bakımından erkekle eşit olması gerektiğini öne süren ve bunu gerçekleştirmeye çalışan akım."

Ne kadar da haklı değil mi? Sosyalist feminizm, İslamcı feminizm, Liberal feminizm diye diye kirlettiğiniz güzelim akıma bir bakın lütfen. Savunduğu ve çabaladığı şey ne kadar da kutsal! Kadın-erkek eşitliği; üstelik siyasal ve toplumsal haklar bakımından. Yani öyle pönkürdüğünüz gibi "Kadınla erkek nasıl eşit olabilir ya her şeyden önce onlar daha duygusal düşünüyor, biyoloji bile buna izin vermiyor." salak saçma argümanına takılmadan hallediyor işini.

Yazıma devam etmeden şeyi aradan çıkarmak istiyorum. Feminizm kelimesi "femen"den türediği için aslında kadın-erkek eşitliğini değil de kadınların üstünlüğünü savunduğuna dair hiç bir kaynakça belirtmeden ortaya atılan bir fikir var. Üstelik bunu "Eğer cinsiyet eşitliği istiyorsanız feminist değil, hümanist olacaksınız." diyerek kendilerince doğruluyorlar. "İdeoloji Olmayacak Kadar Değerli: Hümanizm" adında bir yazı yayınlamayı düşündüğüm için detaylandırmayacağım fakat feminizmi hümanizmin bir alt kümesi olarak görmek o kadar da yanlış olmayacaktır. Farklı iki küme değil, alt küme.

Yukarıdaki argümanı çürütmek emin olun ki çok kolay ve bunun için feminist olmanıza gerek yok. Feminizmin uğraş alanlarına bakmanız yeterli olacaktır. Hepsini tek tek incelemeye başlayalım.


1) Hukuki Eşitlik

Sokrates demokrasiyi sevmeyebilir hatta kendince haklı sebepleri de var fakat demokrasinin bizlere getirmiş olduğu güzel şeylerden biri de eşitliğin ta kendisi. Neticede bir kadın da bir insan değil mi? Neden onun şahitliği erkeğin şahitliğinden daha az efektif? Ya da neden konu miras olunca kadın erkekten daha az alıyor? İşte bu tip durumlara elbette bir ses çıkarmak gerekliydi ve feminizm böyle doğdu zaten. Şuradaki kilit noktayı yakalamanızı istiyorum ama; kadın da insan erkek de. Nasıl erkeğe bir kayırma yapılmıyorsa "Kadın kısmısı evini çekip çeviremez ona daha fazla mal verelim." gibi bir ayrım da yapılmamalıdır! Hatta bunu dilemek feminist görüşe sert düşecek ve çelişecektir.

2) Ekonomik Eşitlik

"Ağbi zaten kadınların kas gücü erkekle bir değil. O yüzden o daha az verimsiz ona daha az maaş verelim." Oldu ya? Başka? Aynı işi, aynı mesai saatini her iki kişi de tüketecek fakat biri sırf kadın olduğu için daha az maaş alacak öyle mi? Buna ses çıkarmamak ayıpların en büyüğü olurdu asıl. Keşke "feminizm" adında bir ideolojik akım olarak değil de herkesin katılacağı bir görüş olsaydı. Bakın ekonomi olunca işin içinde kapitalizm ve komünizmden bahsetmemek normal koşullarda olmaz fakat ben konuyu çok dağıtmamak adına bu toplara girmeyip diğer maddeye atlayacağım.

3) Cinsiyet Kimlikleri

"Erkek yaparsa kadın da yapabilir." argümanını benimsiyorsak "Kadın yaparsa erkek de yapabilir." argümanını benimsemek zorundayız. Eşitlik bunu gerektirmektedir. Argümanların sadece birinin savunuculuğu diğer cinsin üstünlüğünü kabul etmek olacaktır.

"Erkek biyoloji öğretmeni mi olur?"
"Kadın otobüs şoförü mü olur?"
"Erkek adam dediğin öyle mi yürür?!"
"Kadın kısmı da biraz kıvırtmasın yani ne var?!"
"Eğer erkeksen yaparsın lan!"

İğrenç. Cidden konu cinsiyet kimlikleri olunca işi teistik düşünüyorum, evrensel ahlak yasası bakımından düşünüyorum, deistik-ateistik, ulan ontolojik olarak bile düşünüyorum ama her yerden sınıfta kalıyor be abi. Demek istediğim sadece tek bir kişinin bakış açısına göre değil daha evrensel dalıyorum konuya ama buna karşılabilecek bir karşıtlık ya da anti-tez aklıma gelmiyor. Sıkı çalışma ve azimle cinsiyet fark etmeksizin herkes istediğini başarabilir.

Genellikle insanlar "Ben feministim." demeye kitlesi yüzünden çekiniyor. İşte tam da bu yüzden ideoloji olmaması taraftarıyım çünkü yargılanamaz bir gerçek var ki konu siyasi fikirler ve dini inançlar olduğu zaman çoğunluk kitlenin kalitesi diğer kişileri bunlardan soğutabiliyor. Sırf bu yüzden feminizmin İslamiyetle örtüşmediğini düşünen falan var mesela. Hani Cahiliye Döneminde kızları diri diri gömmekten kurtaran Muhammed'in dini var ya, evet ondan bahsediyorlar. Ya da "sevgili, eşitlik, tek" fikrini kafamıza sokan İsa, "Anneye de babaya da hürmet et" emrini bizlere ileten Musa.

Kadın Cinayetleri Kadar Kan Dondurucu...

...olan bir şey varsa o da erkek cinayetleridir elbette. Dürüst konuşmak gerekirse toplumumuzun bu tip vâkâları "kadın cinayetleri" altında işlemeleri bence hoş değil. Cinayetin her türlüsü kan dondurucu, vahşice ve sapkınca. Evet; "kadın cinayetleri" dediğimiz şeyin aslında aşkından, sevgisinden ötürü herifin tekinin yaptığı haksız bir eylem olduğunun farkındayım. İstatistiksel veri elde edişimiz daha rahat olsun diye de böyle bir sınıflandırmanın gerekli olduğunu biliyorum. Fakat ne bileyim bana pek hoş gelemiyor işte.

Pembe Otobüs Saçmalığı

Buna ayırca bir başlık açmasam olmazdı çünkü saçmalığın daniskası olması yetmiyormuş gibi feminist isteklerine tamamen ters ve asla çözümcül değil. Öncelikle ne olduğunu elbette biliyorsunuz fakat ben yine de ne olduklarını söylemek istiyorum; baya bildiğiniz ismi renginden geliyor ve erkeklerin asla ama ASLA binemediği bir otobüs. Yani kardeşim Y kromozomuna sahipsen sıçtın kardeşim binemiyorsun, aynı şekilde şoförleri de kadın bu otobüslerin bu arada.

Feminizm özünde kadın-erkek eşitliği isterken topluma karışmayı da diler. İyi de bu pembe otobüs meselesi kadını toplumdan ayırıp ayrı bir hiyerarşi kurmasına sebep oluyor? Ayrıca "Kadın = Pembe" fikriyle cinsi ayrımcılık yapılması bir kenara bu tip otobüslerin altında içler acısı bir mesaj yatmakta. "Biz toplumu eğitemedik, beceremedik. Sizi toplumdan uzak tutarsak ortada mesele kalmaz." Ne kadar da ürkünç?!

Toparlamak gerekirse: Kadın-erkek eşitliği gibi kutsal bir meseleyi savunmak için feminist olmanıza gerek olmadığı gibi ayrıca ortada "feminizm" diye bir ideoloji de olmamalı çünkü feminizm zaten olması gereken, olağan, olması zorunlu -artık ne derseniz deyin- tutumlardan oluşmakta. Ben bir feminist değilim. Çünkü ideolojiler çok saçma şeyler. Bu beni kadın-erkek eşitliğini elimin tersiyle ittiğim anlamına gelmiyor.

Umarım yazımı sıkılmadan tek çırpıda okuyabilmişsinizdir. Yazılarımızın nice nice artması ve sizlerin de okuması dileğiyle. Okuduğunuz için teşekkürler. İmla ya da kaynak hatası varsa bildirmeyi lütfen ihmal etmeyin.

17 Ekim 2017 Salı

İntihar ve Mehmet Pişkin Üzerine

Bu yazım 16 Ekim 2014'te canına kıyan Mehmet Pişkin'e armağan olsun. Huzur içinde yatsın.

Konu oldukça ciddi ve soğuk fakat yine de yazmak istedim. Çünkü 21. yüzyıl'da, 2017 yılında herkesin şakayla karışık söylediği söylemlerin başına "ölmeyi dilemek" var. Tebrikler intihar meyimlisisiniz. Bunun sebepleri psikolojide, sosyoloji ve dinlere göre neler bunları inceleyecek ve bunu dindirmenin yollarını arayacağız.

NEDEN İNTİHAR EDİLİR?

Sayısal verilerinde yalanlayamadığı bir gerçeklik var ki o da intihar vakalarının çok büyük kısmı ayrılık, aldatılma, reddedilme, kavuşamama gibi aşk ve sevda kavramlarının yaşanmasından sonrasında gerçekleşmesi. Schopenhauer'da "Cinsel Aşkın Metafiziği"nde bu konuya çokça kez değinir.

"Böylesine sonsuz öneme sahip ilişkilerde rol oynadığı duygusu, aşığı dünyevi olan her şeyin hatta aslında kendi kendisinin bile üzerine yükseltir ve onun fazlasıyla fiziksel arzularına öylesine bir doğa üstülük elbisesi giydirir ki, aşk birden bire en sıradan kişinin hayatında bile şiirsel ve büyüleyici bir hikaye görünümüne kavuşturur.
...bu chimera öylesine parlak ve ışıltılı hale gelir ki, eğer ki elde edilemezse hayat bütün cazibesini yitirir ve öylesine dümdüz, neşesiz ve tatsız görünür ki, ona karşı duyulan tiskinti ölüm korkusuna karşı bile galip gelir ve âşık kişi yaşamına gönüllü olarak son verir."
Schopenhauer - Cinsel Aşkın Metafiziği

Fakat intiharlar sadece aşk ve sevda konularına bağlanmamalıdır. Genel kanı intiharın çok acı çeken birinin acılarını dindirmesi adına yaşamına son vermesi diye yorumlarken aslında intihar yaşama sebebi kaybetmeden öte bir şey değildir. Bir bireyin intihar etmesi için depresyona girmesi ya da üzgün olmasına gerek yoktur. Nitekim bunun en iyi örneğini bize Mehmet Pişkin vermektedir. İnternete yüklemiş olduğu ve kendisinin "intihar notu" demeyi uygun gördüğü videoda hayatında kötü bir takım şeylerin olduğunu fakat ona rağmen çok iyi bir kardeş ve ilişkiler yaşadığını, çok sevdiğini ve sevildiğini anlatıyor.

Uzun lafın kısası dert, tasa yüzünden değil yaşamak için bir neden bulamadığı için intihar edilir. Sizlerde hak vereceksiniz ki yaşamına mânâ ve amaç yükleyen/yükleyebilen tek canlı insan olduğu için intihar vakaları sadece bizim hür irademizle yaptığımız eylemlerdir.

Ayrıca değinmem gereken bir kitle var ki o da ölümden sonraki hayat ve Tanrı karmaşından ötürü mutlak gerçeği görmek adına intihar edenler. Aşk ya da geçim derdi gibi sıkıntılara nazaran az olsa da hiçte küçümsenemeyecek olan bu güruh pek haksız sayılmazlar. Çünkü Tanrı kavramsallığından ötürü karmaşık olmak zorunda ve algısı ya da öğretisi o kadar da kolay olmayacaktır. İngilizlerin kullandığı kediyi merak öldürür atasözü bu kesim için çok mu uyuyor sizce de?

İNTİHARLARIN KATİLLERİ BELLİDİR: TOPLUM!

Bütün suçu topluma atmak acımasızlık olurdu yine de bir tetikleyici olduğu asla inkar edilemez. Ve hatta Dünya'nın ideal toplum yapısına ulaşamadığını intihar verileriyle kolaylıkla anlayabilirsiniz. Ne zaman ki intiharlar sıfırlanacak ya da sıfıra çok yaklaşacak o zaman insanlık olarak sistemi oturtmuşuz demektir. Şimdi sizlerin kafasının karıştığını düşünüyorum çünkü yukarıda intihar için hür irade derken ve bireysel bir eylem olduğunu vurgularken burada topluma atıp tutuyorum. Toplumun yaptığı şey birine intihar vesvesesi vermek değil hali hazırda düşüne bir tekme daha atmaktır. Kalitesiz toplum yapısı canına kıymanın eşiğine gelmiş biri için "eh zaten bu dünyada ne yaşacağım herkes çok boktan" algısını kelimenin tam anlamıyla aklına kazır. Bir kişi "Neden İntihar Ettim?" diye bir liste yapsa ilk üç sırada yer almaz belki fakat listede illaki dolaylı-doğrudan yer alacağı aşikardır. Bu insanın sosyal bir şey olmasından gelen kötü özelliklerden biridir fakat olumlu yönlerini de görmezden gelmek hainlik olurdu.

İNTİHAR ÇARESİZLİK MİDİR?

İntihar eden kişiler hakkında "korkak, çaresiz, savaşmaktan kaçan" yorumları yapılır. Bunlar bana her daim acımasızca gelmiştir fakat tek bir noktada haklılardır o da çaresiz oldukları konusunda. Her canlı ölüm korkuyla doğmasına rağmen intihar kurbanı bunu aşmış olmasıyla en büyük cesareti göstermiştir bile. Yine de çaresizliği inkar edilemez zaten kendini kapana kısılmış hissettiği için, mânâ bulamadığı için uzun lafın kısası dermanı ve çaresi olmadığı için intihar yoluna girmiştir.

ÇOK TEHLİKELİ BİR DURUM: BAŞARISIZ İNTİHAR GİRİŞİMİ

Çok klişedir yine de doğru denebilir. Uçurumun eşiğinde olan birinin "Ben daha ölmeyi bile beceremiyorum bu hayatta başarılı bir şekilde ne yapabilirim ki zaten?" diye dert yanması şaşılcak iş değildir. Bunu düzeltmenin en kolay yolu ise kişiye değerli olduğunu hissetirmekten geçiyor.

DİNLER BU İŞE NE DİYOR?

Klasik teistik argümanların başına gelen imtihan bizi burada da karşılıyor. Başımıza gelen kötü olayların temeli imtihandan geçmektedir ve intihar edenler bu sınavı maalesef ki geçemez. "Allah'ın verdiği canı sadece Allah alır." öğretisi İslamiyet'te varsa da diğer semavi dinler de intiharı pek doğru bulmaz. Büyük bir günah olması sebebiyle çoğu teist kişi Tanrı'sız bir hayatın anlamsızlacağını ve ateizmin intihar edecek kişiye ister istemez cesaret verdiğini dile getiriyor. Ölüm gecesi, düğün gecesi anlayışına sahip olmasına rağmen konu intihar olunca kapılar çok sert kapanır. Çünkü bu söz eceli ölüm için geçerlidir. 

Nitekim intihar bizi çokça kez hür irade ve kader kavramları arasında çok çetrefilli bir tartışma oluşmasına neden olur. Sebebini basitçe açıklamak gerekirse birinin yaşamı intiharla son bulması birinin kaderi midir, kaderiyse neden günahtır ve hür irade bu işin neresindedir soruları hala kafamızı kurcalamaktadır.

İNTİHAR DÜŞÜNCESİNDEN NASIL KURTULURUZ?

Beni tanıyan arkadaşlarım Nietzsche'yle aramın pek olmadığını biliyorlar. Genellikle argümanlarına ve özellikle nihilizm gibi bir ontolojik fikre maalesef katılamıyorum. Buna rağmen felsefe dünyasına çok şey katmış olduğu ve Böyle Buyurdu Zerdüşt kitabında da açık açık tanımını yaptığı Üstinsan (Übermensch) tanımını es geçemeyiz. İntihar fikrini silip atmak için gayet yeterli gibi geliyor.

"Yeryüzünün anlamı olacak Üstinsan! Yalvarırım size, kardeşim yeryüzüne bağlı kalın, inanmayın size dünya ötesi umutlardan söz edenlere!"
Friedrich Nietzsche

Bu tanımın o kadar ucu açıktır ki kimileri bununla dini reddeder, kimi inancına bağlanır, kimi ırkçı olur kimi de sosyalist. Tam da bu yüzden intihar fikrini kafanızdan tamamen siler.

Ayrıca tecrübeyle de sabit olmasıyla birlikte yeni hobiler edinmek muhteşem doğal anti-depresandır. 

MEHMET PİŞKİN...

Elbette 10 dakikalık bir videodan tanımak imkansız fakan cesedini kadavra olarak verecek kadar pragmatist, yabancı dostları için videosuna İngilizce bölüm ayıracak kadar düşüneli, videosunun sonunda hayatımızın aşkla ve güzel geçmesini dileyecek kadar sevecen... Bolca intihar notları okudum, videoları izledim hatta intihar anlarına bile göz attım fakat hiç biri Mehmet Pişkin kadar olgun değillerdi. Evet, Kurt Kobain'den bile.

Herif o kadar düşünceli ve olgun ki hem hamile olan arkadaşının doğumu etkilenmesin diye intiharını erteliyor hem de önceki aşklarından güzeldi dedikten sonra manyaklardı gerçi der demez çuvaldızı kendisine de batırmış olması...

Ben de sizlere bu yazımda onun bizlere veda ettiği yazıyla veda edeyim mi? Hoşçakalın ve kendinize çok çok iyi bakın.


15 Ekim 2017 Pazar

Platon'a Göre Aşk (Platonik Aşk)

"Aşk Metafiziği Varsa Felsefesi de Vardır" adını uygun gördüğüm kitap hâlâ daha yazım aşamasında olduğu için ilk bölümünü sizlere paylaşmak istedim. Çünkü yoğun bir çalışma istemesinin yanı sıra gerçekten bilgileri yazıya dökmek de tam bir zaman süngeri. Bakalım yazar kitabının girişinde bizler için ne demiş? :v

Felsefenin mucidi Sokrates’in öğrencisi Platon’u ilk sıralara koymasak olmazdı. Çünkü çok temel ve hemen hemen herkes tarafından kabul görmüş bir aşk görüşü var. “Platonik aşk” Bu kullanım günümüze kadar gelmiş olsa da bir takım anlam kayıpları olmadığını iddia etmek yanlış olur.

Bu görüşü iki kelime ile özetleme mümkün: Karşılıksız sevmek”

İdeal devlet düzenini öne atmış Sokrates’in öğrencisi de ideal aşkı koşulsuz ve şartsız sevmek olarak tanımlar. 21. yüzyılda bu tabir “sevgisine karşılık görmemesine rağmen seven” olarak kullanılmasına rağmen Platonik aşk görüşü bundan daha da geniştir. Elbette kendisinin sevilmesini beklemeden de sevmek Platonik aşk örneğidir fakat bu geniş bir kümenin alt kümesidir. Platonik aşıklık da hiç bir karşılık beklememek esastır. Bu olumlu ya da olumsuz yönde olabilir. Platonik aşık olan biri sevgisine geri dönüş almış olsa bile ilişkilerinin devamında karşılık beklememe tavrını sürdürmeye devam etmelidir. Örnek vermem gerekirse Şirin Ferhat’tan dağları delmesini isteyemez zaten Ferhat içindeki sevgiyle bunu yapacaktır. Daha az edebi bir örnek vermek gerekirse de ilişkilerinin başlangıcı adına da olsa (kadın ya da erkek fark etmeksizin) biri diğerinden dini inancını değiştirmek istememelidir. 

Uzun lafın kısası ilişki başlamadan, başında ya da sürecince taviz verilemeyecek fedakarlıklar yapılmasını istemeye ihtiyaç duymamak Platonik sevginin tam olarak anlamıdır. İşte bu yüzden Platon’a göre bu ideal sevgidir. Hali hazırda ortamda gerçek sevgi/aşk varsa bu tip durumlara sokulmaz. Peki ya taviz verilemeyecek fedakarlıklar nelerdir ve bunların değiştirilmesi ahlaki anlamda bizleri zora sokar mı?
                
Yukarıdaki paragrafta vermiş olduğum bir ilişkinin başlaması adına dini inanç değiştirmek taviz verilemeyecek fedakarlıkların başını çekiyor. Eh buradan türetmek mümkün çünkü “taviz verilemeyecek fedakarlıklar” aslında felsefenin ilgilendiği alanları ilgilendiriyor. Bilgi, varlık, sanat, siyaset ve din konularındaki düşüncelerinizin, fikirlerinizin ya da doğru bulduğunuz satır aralıklarının değiştirmesi veya empoze edilerek zorla kabul ettirmesi Platonik aşka uygun düşmez. Maddenin var olduğunu ve yok olduğunu düşünen iki kişi birbirlerine aşık olabilir fakat biri diğeri için “Ontolojik fikirleri değişse de onunla birlikte mutlu bir birliktelik kursam” diye düşünmemelidir.

-Veli. Senin sevgine karşılık vermemin tek bir yolu var o da “Ortak estetik yargılar yok.” demek.

-Ayşegül. Ben “Ortak estetik yargılar yok.” derim pekala fakat sen de “Tanrı hem içkindir hem dışkındır.” diyeceksin.

İşte bu diyalog Platonik aşka kelimenin tam anlamıyla ters düşmektedir. Bu hikayedeki Veli ve Ayşegül mutlu birliktelik yaşamak adına birbirlerinin fikirlerini kabul ettirmeye uğraşıyorlar fakat bu illüzyondan öte değildir. İdeal sevgi/aşk bir bireyin olumsuzluklarına takılmanızı engeller. Platon’a göre muhtemelen bu ilişki bir yerden sonra tıkanacak ve kaçınılmaz son ayrılıkla bitecek. Çiftler birbirlerinin vaktini çalmış olacak. Yukarıdaki diyalog ya da ona benzer bir şeyler yaşamadığınızı, duymadığınızı tahmin ediyorum. Karşılıksız sevmek eylemi çokça kişi tarafından ideal aşk olarak görünse de üzücü olan bunun sadece lafta kalması. Belki siz de sık sık Platonik aşka ters düşünüyorsunuzdur. Olamaz mı?

-Bülent sana vararım fakat üzerime ev arsa yap.

-Fatma iyi hoş kızsın da biraz kilo mu versen?

-Ahmet ben adonisli erkekleri çok çekici buluyorum o yüzden bir an önce spor salonuna yazıl.

-Abi tabi ki de komünist olmayacak, benim öyle biriyle olabileceğimi aklın alıyor mu?

Alıyor güzel kardeşim, alıyor. Eğer ideal sevgiye sahip olmuş olsaydın senin de aklın alırdı. Bu şekilde yazınca hiç masum durmadılar değil mi? Platonik aşkı sadece sevgisine karşılık görmeyen birinin sevmesi olarak değil, taviz verilemez fedakarlıktan arınmış bir ilişki olduğunu gördüğünüz zaman Platon’a daha çok hak veriyorsunuz ve “Cidden gerçek sevgi budur.” demeye başlıyorsunuz fakat dünya toz pembe değil. Platonik ilişkilerin sık sık tutarsızlıklarla boğuştuğunu belli ettik zaten. İşlerin etik kısmında neler oluyor?
                

Platonik aşkı Sokrates/Platon ikilisinin ahlak anlayışından inceleyecek olursak alacağımız cevap oldukça kısa olacaktır. Çünkü onlara göre bir insan ne kadar bilgeyse o kadar erdemlidir. “Taviz verilecek fedakarlıkların bu tip konulara engel çıkarmaması gerektiği” bilgisini bilen biri doğru bir eylem yapmış bulunmaktadır. İyi de işler gerçekten bu denli kestirip atılacak kadar basit ya da kesin mi?
                
Sevgi, aşk, ilişkiyi şartlarla boğup durmak ardından kendisini sevgisizlikle tehdit etmek kelimenin tam anlamıyla değersizliktir. Eğer ilişki yoluna girilmişse “Kullanım koşullarını okudum ve kabul ediyorum” demiş bulunuyorsunuz. Bunların zorlanmasını bir kenara bırakın teklif edilmesi bile yeterince yanlış bir eylemdir. Çünkü siz zaten birini sevmiş bulunuyorsanız onu değiştirmek üzerine faaliyetlerde bulunmazsınız, bulunmamalısınız. Nitekim sahip olduğunuz sevgi ideal değildir ve tarihin tozlu sayfalarında gömülmeye müstahaktır. Fakat bu tehditlere ya da ısrarlara maruz kalan birinin partnerine kulak vermesi doğru mu, yanlış mı? Sevgilerinin zarar görmemesi için kısa süreli bir kahramanlık yapmış bulundu, fedakarlıkların büyüğünü sergiledi. Bunu onu erdemsiz biri kılmasa da yapılması doğru değil. Hatta değerinin bir miktar düşmesine neden olabilir. Çünkü biri biriyse biridir. Ne demek bu? Hali hazırda kendinizden taviz vermenize gerek dahi yok. Bu flört döneminde karşıyı etkilemek için kendinden farklı biriymiş gibi tanıtmaya benzer. YANLIŞ ANLAŞILMASIN: Ne ben ne de Platon kendini eşinin fikirlerine karşı sert kilitler kilitlesin demiyoruz. Her daim tezinize, anti-tez gerekli ki sentez yapabilin. Burada doğru olmayan eylem zorunda kılmak üzerine kurulu.

13 Ekim 2017 Cuma

5 Maddede Şeriat Hukukun Reddiyesi

Dünyanın en klişe blog girişlerinden birini yapayım mı? Merhaba Dünya. Bu blog sadece tek bir konu değil birden fazla konuyu (genellikle bunlar felsefe, siyaset, din, ekonomi) irdeleyecek. Twitter bu tip şeyler için en iyi sosyal platform gibi gelse de hem 140 karakter sınırı hem de insanların ana sayfalarını uzun uzun kirletmekten ötürü blog'a geçmeye karar verdim. En azından kim, ne ilgisini çekiyorsa onu okur değil mi?

Şimdi "ilk blog, ilk yazı" klişelerini bir kenara bırakarak başlığımızdaki konuyla başlayalım. 5 maddede Şer'i hukukun reddiyesi.

5) Cehennem Neden Var Peki?

Konu din ve felsefesi olunca yapılan ilk şeylerden biri tövbe ha'şalar çekmek oluyor. Fakat Şeriat hukuk direkt olarak İslam'a ve anlayışlarına ters düşüyor dediğimizde biraz sert bir giriş mi olurdu? Haydi gelin biraz daha irdeleyelim.

Söylemeye ihtiyaç bile duymuyorum fakat İslamiyet de Yahudilik ve Hristiyanlık gibi ölümden sonra bir hayatın yaşanılacağı en temel öğretilerinden biridir. Nitekim her kul bir imtihandadır ve bu imtihandan layıkıyla çıkanlar cennetle ödüllendirilirken, imtihandan kalanlar cehennem ile cezalandırılır. Bu pekçe kez "ilahi adalet" susuzluğumuzu dindirse de kimilerini doyurmamış olacak ki bu sistemi geçici dünyaya getirmek istemiş.

Bunu incelemek için bir senaryo yaratalım. Çok klişe fakat çokça bilinen "hırsızlık neticesinde kol kesilir" hukukunu ele alalım;

Hiç tartışmasız bir gerçektir ki hırsızlık Allah katında hoş karşılanmayan davranışlardan biridir ve gerek nefsine yenik düştüğü için gerek yapılan eylemin başkalarına zararı dokunduğu için cehennemde bunu ödeyebilir de ödemeyebilir de. Allah, bağışlayandır. Tövbe edildikten ve kul istikrarını sürdürdükten sonra ne ala! Fakat iş Şer'i hukuka geldiğinde Allah'ın kararını vereceği bir görevi üstlenip hüküm getiriliyor. İşte şimdi çekin tövbeleri, ha'şaları! Eğer biri kötülük yaptığı için geçici dünyasını cehenneme çevirecekseniz, ezeli dünyanın cehennemi neden var? Yoksa cehenneme olan imanınız o kadar sağlam mı değil? Bırakın kötülük yapma hakkını din ve vicdan hürriyetini

"Sizin dininiz size, benim dinim banadır." (Kafirun Suresi:6)

ayetiyle vermiş bir Tanrı'nın kitabına inanıp iman ettikten sonra "bazı" meseleleri Allah'a bırakmayıp kendin halletmeye çalışmak iki yüzlülüğün ta kendisi olduğu gibi Allah'a tam olarak güvenmediğinin de resmi olmuyor mu? Müslüman, "yaratıcısına teslim olmuş" anlamına geliyorken bu yaman çelişki hiçte hafife alınacak cinsten değildir.

(Bu argüman için dostum Ali'ye teşekkürler.)

4) Kaynak Başlıca Tehlike: Hadisler

Şeriat hukukun patlak verdiği noktaların en büyüğü %80 oranlı olarak hadis kaynaklı oluşudur. Gelenekçilerin çok sık düştüğü hatalardan biri "1400 yıldır İslam coğrafyası bunu uygulamış, bu şimdi mi sakıncalıdır?" argümanı olabilir. Bir eylemin çokça kişi tarafından yapılıp uzun sürelere yayılmış olması tamimiyle doğru olduğu anlamına asla gelmez.

Bu tip yanılgıların şüphesiz ki en iyi örneği "Dünya yuvarlak." diyen adamdır. Milyonlarca insan, binlerce yıl Dünya'yı düz bildiler fakat bu "Dünya düzdür." bilgisini asla ve asla doğrulamadı. Hadisler için başlı başına bir yazı hazırlamayı düşünüyorum fakat değinmem gerekirse de Kur'an'a ve akla uymayan tonlarca söz öbeğinden oluştuğunu söylemek mümkün.

Dinler tarihini incelediğinizde en sık göreceğiniz şeylerden birinin; bir din, ilk çıktığında Platoncu akılcıların filtresinden geçtiği olacaktır. Hadisler bu filtreden geçememelidir çünkü peygamberin cinsel hayatından tutun da bilime tam anlamıyla zıt düşen saçmalıklar kümesinden başka hiç bir şey değiller. Dinlerin insan uydurması olduğu yönünde çokça argümanlar atılır, herkes birbirini çürütmeye çalışır fakat konu hadisler olunca işiniz hiç zor değil. İnsan uydurması olduğu apaçık belliyken öte yanda alemlerin Rabbi diye iman edilen Allah'ın sistemi, diğer tarafta aciz kulun aciz sistemi.

3) Ulu Tanrı Böyle Acımasız Olamaz

"Cehennem Neden Var Peki?" bölümünde söylediğim bir cümle vardı. "Allah, bağışlayandır." Bu benim çıkarımım değil direkt Kur'an'da geçen (Nisa Suresi:110) Tanrı tanımının ta kendisidir. Çok kurcalamaya gerek yok, besmeleye baktığınızda bile "Rahman ve Rahim" olan Allah'ın adıyla konuşulduğunu görürsünüz. Rahman, esirgeyen; rahim ise bağışlayan anlamlarına gelen iki kelimedir ve çokça kez tekrarlanır. (Tövbe Suresi hariç olmak üzere.)

Üstelik Allah bağışlayıcı olduğu gibi bağışlayanı da pek sever. Eğer bağışlamak kötü bir davranış olsaydı Tanrı kullarına bunu yapmazdı. Ahlak felsefesi üzerinde çalışmış teistlerin sık sık kullandığı bir anektot olmasına rağmen yanlışlığı -en azından bir imanlı için- hakkında pek konuşamayız. İslam'da günahların affedilip bağışlanması, yalnızca Allah'a aittir. (Bakara Suresi:135) Şer'i hukuk ve hüküm getirmek ise bir nevi Allahçılık oynamaktır. Kimin cennete, kimin cehenneme gireceğini siz tayin edemediğiniz gibi yapılan eylemin faturasını kesmek de size düşmez. Bu şirke girer ve şirk Allah'ın affedemediği tek eylemdir. (Nisa Suresi:48)

2) Kadın-Erkek Eşitliği mi?

O ne, yeniliyor mu? Zevzekliği bir kenara bırakacak olursak Şeriat hukukun büyük fiyaskolarından biride kendisi için "Biz Kur'an, hadis ve sünneti kaynak aldık." demesine rağmen hiç bir şekilde Muhammed'in hümanistliğini göremiyoruz. Benim de hiç doğru bulmadığım ve sinirlendiğim "kadına bir, erkeğe iki miras payı" gibi bir takım şeyler Kur'an da maalesef mevcut. Bunu Müslüman düşünürler "Bu ayet tarihseldir. O zaman kadına mirastan pay verilmezdi bu bile neticesine çok büyük bir adımdır." demelerine rağmen asla kabul edemiyorum. Kitapta durumlar böyleyken işler Muhammed peygambere geldiğine kesinlikle böyle değil.

Yahudilik'ten başlamak üzere, Hristiyanlık ve İslamiyet'te kadın-erkek üzerine olan fikirleri bir yazı dizisi haline getirmek gibi bir planım da olsa şundan bahsetmem gerekli ki -Havva'dan ötürü olacak- bu dinlere inan kişilerin erkekleri kadınlara gerçekten sinirli. Dört kitabın ayetlerini aptalca ve çıkarca yorumlayarak bunu sizinde tam tersini erkekler için yapmanız gayet mümkün. Tarihseldir, adettir, ilerlemedir tarzındaki argümanları kabul edemeyeceğim ve Şeriat hukukunu reddetmek için en gerekli maddeye geçeceğim.

1) İnsan Haklarıyla Tamamen Ters

"Diğer dört maddeyi boş verin. Sadece bu madde bile Şeriat hukukun reddiyesi için yeterli olacaktır."

Şeriat hukukun savunucuları derler ki: "Her şeyin doğrusunu Allah bilir. Sonradan el yapması olan insan hakları mı, yoksa Şer'i hukuk mu haktır?" Ben ise onlara kibarca hasiktir diyorum. Sonradan el yapması dedikleri insan hakları "cinsiyet, ırk, köken, renk, dil, düşünce farkı" gözetmeksizin sahip olduğumuz YAŞAMA'yı içine alır. Tıpkı kimin gibi? Elbette Muhammed. Her şeyden önce Muhammed bir tüccardı ve tonlarca kültürle iç içe olmuştu. Evrenselliği yakalamanın ayrımcılıktan değil birleştiricilikten (ümmet) geleceğini de ön görecek kadar zeki biriydi.

Din ve vicdan hürriyetini geçin Şeriat size zorla ibadet de yaptırır. Bu tüm özgürlük ve hür irade tanımlarına aykırıdır. Orada imtihan edilecek etmen bırakmazsan sonunda ne olur herkes cennetlik mi olur?

Namaz kılmayan kişilerin ömür boyu hapsedilmesi ya da öldürülmesi Şeriat hukukunda en çok bilinen bir diğer hükümdür. Kişinin Allah'ı ile kendisi arasında olan bir ritüeli bu denli çirkinleştirip insan haklarına zıtlaştırmak normal şartlar altında rasyonel Kurancı anlayışta hoş karşılanmaz fakat "Bunu yapmayan kafirdir!" mottosuyla yüreklere cehennem korkusu salan bir güruhun olduğu gerçeği değişmemekte.

Toparlamak gerekirse; Şeriyat hukuku hayatın ve dinin ta kendisiyle ters olduğu gibi ateistik argüman üretmek için biçilmiş bir kaftandır. Bu sizlere "Peki ya ideal devlet düzeni hangi hukukla olur ki?" sormanıza olanak verir. Platon'un Devlet'i içinde yaşamak isteyeceğiniz bir ütopya olacaktır.

Umarım yazımı sıkılmadan tek çırpıda okuyabilmişsinizdir. Yazılarımızın nice nice artması ve sizlerin de okuması dileğiyle. Okuduğunuz için teşekkürler. İmla ya da kaynak hatası varsa bildirmeyi lütfen ihmal etmeyin.