10 Kasım 2017 Cuma

10 Kasım Özel: Mustafa Kemal'siz Türkiye Korkunçluğu

Merhaba sevgili okurlarım nasılsınız? Bugün Türk ulusu adına üzücü bir gün. Kurucu lider Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün bedenen aramızdan ayrılışının 79. yıl dönümü. Onu hürmet ve rahmetle anıyorum.

Bugünkü yazımda onun olmadığı bir ulusun ilerleşiyini anternatif tarih tadında ütopik bir hikayeyle anlatmak istiyorum. Tarihi 1915'lere yani I. Dünya Savaşına geri sarıyoruz.

I. Dünya Savaşı Dönemi

İttifak ve İtilaf blokları aynı şekilde bölümlere ayrılmışken Osmanlı İmparatorluğu yine Almanya'nın yanında tam da alternatif olmayan tarhiteki amaçlarla savaşa girer. Cephe dağılımı yapıldıktan sonra Almanlardan alınan iki gemiyle gerekli bombalama işlemleri yapıldıktan sonra savaşta, İttifak bloğunda olduğumuzu resmen duyurduk.

Trablusgarp İtalyan'ların göz bebeği fakat İngilizler, İtalya'nın o denli gelişip büyümesini tabir-i caiz ise sömürgecilik yarışına yeni bir rakip istemezler. İtalya bir kaç kez gelip Trablusgarp için çalışmalarda ve ufak fetih hareketlerinde bulunur. Bunun kokusunu alan İngilizler tıpkı ileride de göreceğimiz "Arabistanlı Lawrence" vakasının bir benzerini bizim lehimize de olsa yapar. Çünkü Osmanlı'nın Arap kesimden alacağı "bağımsızlık yarası" tek başına dahi olsa İngilizlere yetecektir ve Trablusgarp'tan sırf İtalyanların almaması adına vazgeçebileceklerdir. Trablusgrap İngiliz casusların halkı ayaklandırmasıyla Osmanlı'da kalır.

İngilizler Çanakkale cephesine doğru ilerlemektedirler. Amaçları apaçık ortadadır; Çanakkale Boğazını kullanarak Rusya'ya ulaşmak ve gerek askeri gerek de teçhizat yardım yapmak. Osmanlı adına Çanakkale bir savunma savaşıdır ve düşman öteki tarafa geçmemelidir ki savaş İtilaf kesmine büyük bir darbe olsun. Akın akın Anzaklıyla gelen İngiliz kesmi stratejik bilgiye sahip olmayan acemi askerler, yetersiz imkanlar ve sayıca üstünlüğe sahip olmasıyla ezici bir üstünlükle Çanakkale'yi geçer. Nusret Mayın Gemisi bir tane mayın tutturamaz, Koca Seyit ve 51. Alay efsaneleri asla yaşanmaz.

İngilizlerin Çanakkale'yi geçmesiyle Rusya savaşa daha da güçlü girer. Rusya bir çarlık olarak kalır ve kısa süre içinde de yıkılmaz. Gizli kapaklı yapılan anlaşmalar da gün yüzüne çıkmadığı için İtalya mağdur edilir fakat artık her şey için çok geçtir. Rusya Çarlığının politikası elbette bellidir. Hem Slav'ları tek çatı altında toplamak için Balkanlardan hem de sıcak denizlere inmesi açısından Anadolu'nun doğusundan aynı anda aşağıya inerek Osmanlıyı büyük bir ikilemin içerisine sokar. İngilizler ilk aşamada bu fikre sıcak bakmasa da "hasta adam Osmanlı" için bunun son darbe olduğunu düşünür ve sesini çıkarmaz. Dönemin padişah ve vezir ekibi Balkanların kurulmasında karar kılar çünkü Almanya'dan gelecek her hangi bir yardım en kolay şekilde oraya yetişebilecektir. Nitekim sonuç tam da Osmanlı'nın ön gördüğü gibi olur Balkan ilerleyişinin sadece bir kısmını ufak Alman destekleriyle durdurabilen Osmanlı; Anadolu'nun doğusundan büyük feragat etmiştir.

Azınlıklar bu durumu fırsat bilip kendi ülkelerinin bağımsızlıkları adına İtilaf bloğunu resmen sıkıştırır. Amerika'dan onlar için er ya da geç güzel bir haber gelecektir fakat bunun gerçekleştirilmesi aktasılatacatır çünkü sömürü Avrupa'sının başı daha büyük bir beladadır o da Rusya. Avrupa'nın doğusunu resmen gümüş tepside sunan Osmanlı'dan sonra Rusya kendinde o gücü bulmuş olacak ki Musul kesmi için ufak planlar yapar. Fransa ve İngilitere buna kesin dille karşıdır ve Rusya'yı savaştan çıkarmak adına çalışmalara girişirler.

"Benim olmuyorsa kimsenin olmasın" politikası izleyen İngiltere tıpkı Trablusgarp'ta yaptığı gibi bölgede isyanlar çıkartır ve Rusların burada istenmediği vurgusu tüm kamuoyunca yapılır. "Özgürlük, bağımsızlık" gibi ahlaki ve hasas değerleri savunan kesimi sırf işlerine geldiği için savunan bir İtilaf devleti portresiyle karşı karşıya kalınmıştır. "Biz size bağımsızlık verdik, sizde bize toprak verin" yüzüne sahip olmak adına hep destek tam destek İtilaf devlet bloğu İtalya'nın ufak çomak sokuşlarıyla karşılaşsa da tereyağdan kıl çeker gibi bu işi de halleder.

I. Dünya Savaşı resmen bitmiş. İtalya istediğini alamamış, azınlıklar haklarının farkına varmışlar, Rus kesimi Arabistan'dan yavaş yavaş çekilmiş ve ne üzücüdür ki İttifak bloğu ağır yenilgiye uğramıştır. Bu da bizi I. Dünya Savaşı sonrası diplomasi dönemine götürür.

I. Dünya Savaşı Sonrası Diplomasi Dönemi

Wilson ilkeleri yayınlanmıştır. İtalyanları ve Rusları bölgeden def etmek amacıyla "özgürlük ve bağımsızlık" ilkelerini kullanan İngiltere ve Fransa mecburen Wilson'u tanıdığını ilan etmiştir. Bu sebepten ötürü savaş tazminatı almaz ve ilk aşamada toprak talep etmezler.

Yine de İngiltere'nin ve Fransa'nın henüz Anadolu üzerindeki planları bitmemiştir. Azınlık kesimin haklarını savunduğunu ileri sürerek İngizler, Yunanistan; Fransızlar da Ermenistan'ın kurulması üzerine çalışmalara başlarlar. Kağıt üzerine toprak paylaşımları tamamen Yunan ve Ermeni ırkları adına da görünse de işin iç yüzü tamamen farklı olup, İtilaf bloğunun yeni sömürü arayışından başka hiç bir şey değildir. Üstelik bu sözde bağımsızlık mücadelesi adına asla kendi insan gücünü kullanmayarak daha büyük bir kâr yaparlar. Şu an ki düzen onlar için ideal olmasa da Wilson tam da biçilmiş kaftandır ve bundan da sonra ne yapılacağı bellidir. Osmanlı'nın en verimli topraklarının azınlık hakkını olduğunu iddia ederek kraliçe adına oradaki doğal kaynakları kelimenin tam anlamıyla tüketmek.

Harb-i Muhavala (Deneme Savaşı) - Kurtuluş Savaşı Dönemi

Toplum bir şeylerin ters gittiğini anlamıştır. O günün mühim yazarları ve düşünürleri gerek kitaplarla gerek dergilerle okura ulaşmaya çalışır fakat okuma-yazma bilen kişi sayısı nedeniyle bu sayı oldukça düşüktür. Osmanlı Devleti asıl gerçeklikteki gibi düşmana tamamen boyun eğmemiş ve kendi çabalarıyla Kurtuluş Savaşı yani benim alternatif gerçekliğimde "Harb-i Muhavala" yani Deneme Savaşı'nı başlatmıştır.

Başkenti İstanbul'dan ziyade daha iç kesimlere taşımak oldukça parlak bir fikirdir fakat gerek gelenekler adına gerek imkansızlıklar adına başkentin iç kesimlere taşınması fikri sürekli geciktirilir. Devletinin bağımsız olması adına canını ve malını feda etmeye hazır olan çokça genç iş başa düştü diyerek direnişi kendi adlarına meydanlara gösterirler. Yapılanın bir haksızlık olduğu, İtilaf bloğunun bunu tarih boyunca sıkça kez yaptığını ve tam da diyeceğim şey şudur ki geçmişteki referansları oldukça "kötücül" olduğu için bir sömürü olduğu vurgusu her daim yapılır. Ortada bir takım fikirler vardır fakat bunlar sismatik bir şekilde sıralanmadığı için ya da rasyonel filtrelerden geçmediği için olduğu gibi kabul edilirler ve bu yapı işlerin oldukça yavaşlamasına neden olur. Şaşırtıcıdır ki bir diğer meclis kurulmamasına rağmen Mondros Ateşkes Antlaşması İstanbul hükümetince imzalanmış, Sevr ise o topraklarda yaşayan toplum tarafından tanılmamıştır ve tam da o dönem anlam kazanarak tüm Dünya'ya yepyeni bir kavram öğretir: "halk iradesi."

Harb-i Muhavala fikir olarak Kurtuluş Savaşına çok benzese de düzensizlikten çok çeker. Milli değerlerin korunması için herkes seferber olmuştur. Ya da olmuş mudur acaba?

Halife hala aktif olarak rol oynar tabi buna aktiflik denirse. Müslüman Araplar asla ve asla Halife'nin sözünü dinlemez ve ümmetçilik fikri sarsıntıya uğramıştır. Bu fikri sağlamlaştıracağının sözünü veren ve kendini Mehdi ya da Ermiş olarak tanıtan Hoca Şükür Anadolu'ya damgasını vurur. Allah'ın kendisiyle doğrudan ilişki kurduğu yalanını topluma yurtturmasıyla işler tamamen sarpa sarar çünkü asıl amacı Halifelik ünvanını padişahtan alıp İslamiyet'ten tamamen uzak, hurefelerle dolu, sözde Allah'ın kuralları olan şeriat getirmeye çalışan çıkarcı bir sapkıntan ötesi değildir. Kendisinin ölümünün Osmanlı'nın sonunu getireceği batılına bir çok kişiyi inandıran Hoca Şükür resmen kendisine yapılacak olan suikast girişimlerini engeller.

"Allah bana buyurdu! Ey Anadolu halkı sözlerimi iyi dinleyin. Muhammed'in ümmeti tehlike altında dediler, haşa! Bunu dünyevi bir kaç sapkın haçlı Hristiyan mı yapacak? Elbette bunu engellemek ben Mehdi Hoca Şükür'e düşer. Ey Anadolu halkı! Evlerinizde bulunan her bir birey adına bana zekat veriniz ki Allah'a bunu dileğimizi hemen ileteyim. Şüphesiz ki o biz ümmeti için doğru olanı yapacak olandır." 

Hoca Şükür'ün bu sözleri üzerine ona inanan bir çok Anadolu'lu zekatlarını verirler. Allah'a ulaşmak adına uzunca bir yolculuğa çıkacağını söyleyip Anadoluları terk eder. Hoş bir zenginlik ile "sapkın Hristiyan" topraklarına doğru yola çıkar ve savaşın kaybedileceğine kesin gözüyle bakar. Tam da bu nedenle kuracağı ilk ütopik devlet fikrinden vazgeçer. Hoca Şükür idealleri olan değil çıkarları olan bir şarlatan olarak Türk tarihinde anılır.

Düzensizlik beraberinde getirdiği kaos sebebiyle Harb-i Muhavala'da başarısız olunur. Ege'nin batısı kelimenin tam anlamıyla teslim edilir. Güneydoğu Anadolu ve Doğu Anadolu toprakları Fransız Ermeni devleti için çoktan seçilmiştir bile. Rum kesim hiç vakit kaybetmeden İstanbul'a geri alarak Hristiyan geneliklerine son sürat devam eder. Ayasofya Kilisesi ibadete açılmıştır.

Harb-i Muhavala Diplomasi Dönemi

Kayıplar o kadar büyüktür ki bir sonraki yapılacak olan barış antlaşması resmen okumadan imzalanacaktır. Belli başlı istekler ve taviz verilmeyecek konular belirlenir.

  1. İç ve dış işlerinde tam bağımsız.
  2. Her ay ya da yıl ödenecek üstü kapalı sömürü fikrine kapılar sert kapalı.
  3. Halk dini her neyse onu yaşamaya devam edecek.
  4. Hoca Şükür geri verilecek.
"Lozan"da antlaşma adına masaya oturulur. Osmanlı padişahı ve halifesi sıfatıyla I. Hakan salona teşrif etmişlerdir. Monarşinin tam gaz devam edeceği sinyalleri burada verilmiştir. İşte bu alternatif gerçeklikte Lozan gerçekten de hezimettir. Taviz verilmeyecek dört konudan da taviz verilir ve Lozan'ın en kilit 4 maddesi şöyledir.
  1. Yeni Osmanlı Devleti iç-dış işlerinde İngiliz Yunanistan ve Fransız Ermeni Devletlerine sürekli bilgi vermek zorundadır.
  2. Yılda 2 defaya mahsus olmak üzere "Azınlıkların ezilme hakkı" adında ödemeler yapılacaktır.
  3. Komşu ülkelerin ülkenize gelmesinden ötürü İslami motiflere bir takım kısıtlamalar gelecektir.
  4. Hoca Şükür denilen kişi hiç var olmamış ve Anadolu halkının işleri batlamak için uydurduğu bir karakterden öte biri değildir.
Günümüzün İç Anadolu ve Karadeniz'in ortasının birazına sahip olan "Yeni Osmanlı Devleti" bu kısıtlamalarla kurulur. Yönetimi monarşi, peki ya alfabesi?

Yeni Osmanlı Devletinin İstatiksel Verileri

  • Devletin adı: Yeni Osmanlı Devleti
  • Yönetim: Monarşi
  • Para birimi: Akçe (hâlâ)
  • Dini: İslam (tabi ki buna İslamiyet denirse, ezan Türkçe bile değil. OKUNMUYOR.)
  • Alfabe: Arap harfleri
  • Okur-yazar oranı: %45
  • Marş: Mehter (aynen tam bağımsızız ya marşımız eksikti)
  • Nufüs: Yaşlı nüfus gençlere nazaran çok daha fazla.
  • İntihar oranları: Halkın ölümlerinin %27'si intihar. İlk sırada hastalık bulunuyor, intihar altıncı sırada.
  • Eğitim: Medrese ve çarptırmalı dini eğitim. Komşu ülkelerin müfredaata karışma ihtimalleri var.
  • Gelir kaynağı: Buğday, hayvancılık, sosyal bilimler
  • Giderler: İki yılda bir verilen "azınlık ezilme hakkı", teknoloji ve işlenmiş ürün.
Sana minettarız Ata'm.

(Bu alternatif tarihte günümüzde olan hadiselerle farklar nelerdir diye soracak olursanız:
  1. Trablusgarp'ın savunması tamamen yabancı kaynaklı oluşu.
  2. Çanakkale Savaşı'nın kaybı.
  3. Çarlık Rusya'nın yıkılmayışı.
  4. Daha güçlü Rusya'nın savaşa tam performans dahil olması.
  5. Rusya'nın savaştan çekilmemesi nedeniyle gizli anlaşmaların ifşa olmayışı.
  6. Balkanların korunması adına Almanlardan ufak yardımlar alınışı.
  7. İtilaf bloğunun Wilson ilkelerini tanımaları.
  8. İtalya'nın hala İtilaf bloğunda olması.
  9. Harb-i Muhavala sadece bir deneme olarak kalması, icrate geçilememe.
  10. Hoca Şükür: İnsanların dini yönlerini sömüren çıkarcı hayali karakter.
  11. Rum kesiminin İstanbul'a yerleşmesi ve Ayasofya Kilisesi'ni kurması.
  12. Lozanın GERÇEKTEN hezimet olması.
Bir sonraki yazıya kadar kendinize iyi bakın.



7 Kasım 2017 Salı

"Eğitim Bölgesiz ve Sınavsız Mahalli Yerleştirme Sistemi" Üzerine Eleştiriler

Nasılsınız canlarımın içi? Çok samimi bir giriş oldu değil mi? Şu sıralar başka bir konu üzerine kendimce detaylı bir yazı hazırlıyorum fakat onun çıkması uzun süreceğinden ötürü öncelikle sizleri yazısız bırakmamak adına bunu aradan çıkarmak istedim. Ayrıca konu oldukça taze!

Blog'un açıklama kısmında da yazdığım gibi aydın değilim, peygamber değilim bu konu içinde bir eğitimci değilim fakat hem öğrenci olmanın verdiği birtakım sistematik bilgiler hem de hayatım boyunca kendilerini sıkça defa anabileceğim kaliteli eğitimcilerle birlikte olduğum için bu konuda da elbette eleştirilerimi esirgemeyecektim.

Öncelikle yeni sistemin ne olduğunu sindirmemiz gerekli ardından detaylara inerek aklımızdaki soru işaretlerini sileceğiz. Bu tip şeylerde genellikle "adından da anlaşılacağı gibi" tabirini çok sık kullanırım, kullanmasına da adından bir halt anlamıyorsunuz. O yüzden sizlerle başlık başlık incelemeyi uygun gördük. Sıralama Milli Eğitim Bakanlığı'nın twit'lerinin sıralamasıyla aynıdır.

"Bakan Yılmaz: TEOG yerine daha kolay, daha anlaşılır ve çocuklarımızı sınav stresinden uzak tutacak bir sistem getiriyoruz."

Neden? Evet, sınav stresi denilen şey acayip kötü ve resmen ömür törpüsü ama bir sınav ne kadar zor olursa o kadar seçici olur bunu hepimiz biliyoruz. Bunun en iyi örneği 2016 ve 2017 senelerinin YGS'leri değil midir? "Zor sınav" demek yer çekimi ivmesini 10 yerine 9.97 almak ya da oksijenin ağırlığını 16 yerine 15.998 almak olmamalıdır. Kişiyi okuduğunda farklı düşünmeye itecek bir nevi pratik zekanın ürünü olan soruların varlığı bir sınavı olduğundan çok daha değerli kılacaktır. Sınavlar kolaylaştıkça çalışmayan öğrencide yüksek yapacağından ötürü çalışan kesim haklarını hiç bir zaman tam verimle alamayacaklar. Eğer ki derseniz "bir sınavın kolaylığına ve zorluğuna göre okulların arz talepleri değişiyor ki zaten bu o kadar da büyük bir dert değil." şu gerçekliğe toslayacaksınız "yığılma". Belli başlı öğrenciler, belli başlı puan aralığında yığıldıklarından ötürü sıralama yapılmasını neredeyse imkansız hale gelecek ve tercih edilen okula kimin gireceği tamamen meçhul!

"Öğrenci, adresine en yakın okula yerleştirilecek. Başvuruda öğrencinin karşısına 5 okul çıkacak. Öğrenci tercih yapacak. Esas gayemiz sınavsız liselere geçişi sağlamaktır. Akademik seviyesi farklı öğrencileri aynı sınıfta tutarak genel başarıyı artıracağız."

AGHJKSDJKAHSGFKJHAGSFJKHGASFHJAGSDJKH. Kusura bakmayın ama ben buna okkalı bir kahkaha atarım sadece. Okul tercih edebilme kıstası sadece "en yakın olan okul" olması muhteşem komik bir şey değilmiş gibi bir de akademik seviyesi farklı öğrencileri aynı sınıfta tutarak genel başarıyı artıracaklarına inanmaları içler acısı. Öncelikle "en yakın okul" meselesinden başlayalım. "Evinin yakınında fen lisesi olan yaşadı" yorumunu yapmadan sakin olun lütfen işler aslında tahmin ettiğiniz gibi değil. İşler böyle olsa bile ben Gaziosmanpaşa'da yaşamama rağmen Beşiktaş'daki lisede okumak istiyorum bunun önü neden kesiliyor? Ya da şehirler arası düşünelim mesela Ankara'da yaşan biri İzmir'deki bir okulda okumayı pekala isteyebilir. Bu özgürlüğü ve istediğin okula girebilme hakkını elinden tamamen alıyor öğrencilerin. Ayrıca da Türkiye gibi bir ülkede sınavsız lise ya da üniversiteye giriş ütopyadan başka hiç bir şey değildir.

Akademik seviyeleri farklı öğrencilerin aynı yerde toplanmasından nasıl genel başarı artışını gözleriz merak ediyorum doğrusu. Açık konuşacağım bazı öğrencilerin terimleri, kavramları veya işlemleri algılamaları için fazladan çaba ya da özel yöntemler isterken bazılarının bu tip şeylere ihtiyaç duymadan sadece hız kazanması adına soru çözmesi gerekiyor. İki farklı öğrenci profilini içeren sınıfta hocanın kime göre ders işleyeceği tamamen meçhul. İlk bahsettiğim profile göre ders anlatması durumunda ikinci grup adına verimli bir çalışma gerçekleşmeyecektir. İkinci bahsettiğim profile göre bir anlatım geçiren hocanın sınıfındaki ilk grup da çözümleri tam anlamadığı için sıkılacak ve dersin takibini bırakacaktır. Her iki senaryoda da ne gerçekleşeceği apaçık ortada; BAŞARISIZLIK.

"Sınav yapacak nitelikli okulları mayıs ayında açıklayacağız. Sınava girmek isteğe bağlı olacak. Nitelikli okulları hedefleyenler merkezi sınava girecek. Diğer öğrenciler evlerine yakın 5 okuldan birini tercih edecek. Mevcut TEOG'da mutlaka sınava girmek zorundaydınız. Sınav mecburiyeti ortadan kalktı."

Sistemin asıl niyeti burada ortaya çıkıyor işte. Aslında işler hiç de düşündüğümüz gibi değilmiş. Fen liseleri, yüksek sosyal liseler, proje okulları ve bir nevi markalaşmış Anadolu liseleri "nitelikli okul" adıyla sınava tabii tutulan yerler olacaklar. "Türkiye'de sınavsız giriş ütopyadır." fikrimi doğrular nitelikte sanki. Buradaki rezelliklik "nitelikli okul" kıstası elbette. Bakanlık bile güzel okul, çirkin okul ayrımını kesin çizgilerle kabul ediyor. Bunun bakanlık tarafından ayrıştırılmasının doğruluğu veya yanlışlığı tartışılır. Benim burada değinmek istediğim konu "niteliksiz okullara" sınavsız girebilmek bence pozitif bir adım. Adam zaten hali hazırda 220'li puanlardaki bir lise için sınavla uğraşmasın, onun derdine düşmesin abi, gerek yok bence de. Sanırım sistemdeki tek klass haraket bu olabilir.

"Örnek sorularımızı yayınlayacağız. Sorular 6, 7 ve 8. sınıftaki müfredattan olacak."

Bu bana OKS sistemini hatırlattı. Bilmem bilir misiniz ya da hatırlar mısınız SBS'den önceki OKS'de ortaöğretimin son sınıfında yani 8. sınıfta gerçekleşmesine rağmen bütün ortaöğretim müfredatından soran bir sistemdi. Bu SBS'yle her sene bir sınav olacak şekilde güncellendi. SBS'nin arından gelen TEOG'la işler 8. sınıfa indirgenmişti. Açıkçası bunun iyi mi kötü mü bir karar olduğunun tahlilini yapamıyor ve yorumu siz okurlarıma bırakıyorum.

Umarım yazımı sıkılmadan tek çırpıda okuyabilmişsinizdir. Yazılarımızın nice nice artması ve sizlerin de okuması dileğiyle. Okuduğunuz için teşekkürler. İmla ya da kaynak hatası varsa bildirmeyi lütfen ihmal etmeyin.


4 Kasım 2017 Cumartesi

İspanyollar Neden Boğa Güreşi Esnasında "Oley" Der?

Merhaba, nasılsınız? Çok ciddiyim yazmayı özlemişim bile. 2 günde bir yazmak gibi bir kıstasım vardı fakat quizler (ya da kısa sınav ne derseniz deyin) nedeniyle yazı yazma konusunda biraz çuvalladım. Üstelik bunun daha vizesi var. Fakat ağlayıp sızlanmanın zamanı değil süratle yazıma geçelim.

Okulda Sinema kulübünün yürütmüş olduğu her öğrencinin alabildiği bir senaryo dersi alıyorum. Senaryo yazım teknikleri, karakter yaratma portesi ve sinemasal terimler haricinde Cengis hocanın muhteşem biri oluşundan ötürü çok eğlenceli bilgiler de öğreniyorum. Onlardan biride İspanyollar neden boğa güreşi esnasında "oley" der oldu. Keşke bir tür kayıt alsaydım da kelimesi kelimesine yazsaydım fakat aklımda kalanı kadar yazacağım.

"Tarihin her dönemini incelediğinizde Araplar korkak bir millet olmuştur, bunu görmüşsünüzdür. Tarih boyunca kazandıkları neredeyse bir tane bile zafer yoktur. O kadar ki Cebelitarık Boğazı'ndan taarruz eden Araplar korkudan geriye kaçmasınlar diye komutanı gemileri yaktırmıştır. Her neyse Müslüman olan Türklerde de gördüğünüz ortak bir özellik vardır. Kendilerini cesaretlendirmek adına saldırıya geçerken ne derler? Evet, çok doğru bir tahmin! Bizler nasıl 'ALLAHALALALALALALA' diyorsak Araplar da 'Allah, Allah, Allah' diyorlardı. Şaşırtıcıdır ki işgal başarılı olur ve İspanya Müslümanların eline kelimenin tam anlamıyla geçmiştir. 'Allah' kelimesi İspanyolların diline evrile evrile 'oley' olarak girer. İncelediğinizde de İspanyolca'ya tıpkı bizim gibi bolca Arapça sözcük geçmiştir. İşte boğa güreşçisi de hem cesaretlenmek için hem de karşısındaki boğanın dikkatini çekmek için 'oley' der. Sadece boğa güreşlerinde değil gündelik hayatlarında da çokça kez kullanırlar. Kendilerini cesaretlendirmeleri gerektiğinde, güzel sevindirici bir haber aldığımızda biz bile yer yer kullanıyoruz değil mi?"

Bu seferki yazım biraz kısa fakat eğlenceli oldu bence. Umarım severek, sıkılmadan okumuşsunuzdur. Kendinize iyi bakmayı ihmal etmeyin!