24 Aralık 2017 Pazar

25 Aralık Özel: Müslüman Biri Yılbaşı veya Noel Kutlayabilir Mi?

"Yazının en sonunda Uzun Lafın Kısası adını verdiğim iki cümlelik ultra kısa bir özet var. Detay ve temellendirme okumak istemiyor fakat benim fikrimi öğrenmek istiyorsanız orayı okuyabilirsiniz."

Bu yazıyı yazmaktan çok büyük keyif alacağım. Ayrıca ister istemez de bir takım şeylerin rengini vereceğim gibi geliyor fakat bu şimdilik umurumda değil çünkü konu beni her daim irite eden ve "Ciddi misin cahil? Lütfen, öl." dememe sebep olmuştur. Müslüman birinin Yılbaşı veya Noel kutlaması caiz mi, dinen bir sorun var mı?

Bu soruların ve cevaplarının da benim için ayrıca bir önemi var çünkü din sorgusunun ardından din felsefesinden başlayarak diğer felsefi düşünceleri öğrenmeye başlamamın yıl dönümüdür. Nankörlük etmeyeceğim ben bu aptal karmaşa yüzünden Kuran-ı Kerim, Eski ve Yeni Ahit okudum. Bunun fitili ateşlenmeseydi belki asla bu değerli kutsal metinleri okumayacak kör kütük göçüp gidecektim. Tanrı'yı arayışım ilk aşamada korkutucuydu, O'nu kaybetmekten korkuyordum. Hakiki gerçeklik; elbette beni yine sevgili Tanrı'mın kollarında bulmamla sonuçlandı.

Eğer Twitter hesabımı takip eden biriyseniz "Bir kişi aslında hem Müslüman hem de Hristiyan olabilir!" düşüncemi görmüş, okumuş olabilirsiniz. Görmediyseniz de hemen küçük bir özet geçeyim; Müslüman kelime anlamı gereği "Tanrı'ya teslim olmuş", Hristiyan da "İsa takipçisi" olduğu için bunların insanları ötekileştirmek için uydurmuş olduğu sıfatlar olduğunu dile getirmiştim. Şimdiki yazımda bu toplara hiç girmeden Müslüman ve Hristiyan kelimelerinin günümüzdeki anlamlarıyla, kaçamak cevap vermeden, elbette kutsal metinlerin ışığında soru işaretlerini sileceğiz. En kolay olmasına rağmen utanç verici olanla başlıyoruz; yılbaşı.

Yılbaşı Kutlamak Caiz Midir?

Gerçekten "Yılbaşı kutlamak günahtır." diyen ilk cahil kimse kendisi tebrik etmek gerekli. Millattan önceki insanlık dahi bu denli aptal bir soruyla uğraşmazken 2017'de bu tip şeylerin tartışma konusu bile olması acayip komik. Yılbaşı kutlama eyleminin kötü olduğunu iddia etmenin yanı sıra bunun direk Allah'ın yasakladığını iddia ederek İslamiyet'e sözde hükümler giydirenlerin cennette yerleri hazırken ben, bir sonraki 365 günüm bir diğerine nazaran daha iyi geçsin diye temennilerde bulunmam sebebiyle cehennemliğim öyle mi? Buradan hoca efendilerinize meydan okuyorum, eğer sizin Allah'ınız öyleyse yanmaya hazırım! Benim sevgi dolu Tanrı profilimde bu tip acımasızlıklara yer yok.


  • Yılbaşı kutlamanın caiz olmadığına dair gelen ilk argüman genellikle "Yılbaşı = Noel" argümanı olur ki sizinde anladığınız gibi tamamen aptalcadır. Yılbaşı adından da anlaşıldığı gibi Dünya'nın Güneş etrafında bir tam tur atmaya başladığı gün anlamına gelirken, Noel İsa Mesih'in doğduğu gündür. Bu yanılgıya düşmelerindeki en büyük sebep kullanılan takvim olsa da bu cahilliği meşrulaştırmaz. Hiç düşündünüz mü bir yıl neden 365 gün, ya da bir gün neden 24 saat? Hayır doğru cevap "Dünya Güneş'in etrafında 365 gün sonunda bir tur attığı için." değil. Doğru cevap zaman kavramları için seçtiğimiz sayıların bol tam bölenlerine sahip olması.


Kafanız karıştı ise şöyle toparlayayım. Bir gün 24 saattir çünkü 24 aynı anda 2'ye, 3'e, 4'e 6'ya ve 12'ye bölünebiliyor. Bu da bizim bir günümüzü daha fazla parçalama imkanı sunuyor. Günün yarısı, çeyreği ve altıda biri gibi parçalara sahip olması ona daha fazla hükmetme imkanımızı arttırdığı gibi detaylandırma, özelleştirme gibi türlü türlü seçeneklere de sahip oluyoruz!

Şu an Türkiye gibi Dünya'nın bir çok yerinde kabul görmüş olan Miladi takvim veya Gregoryen takvim, Katolik Papa XIII. Gregory tarafından yaptırılmıştır. Miladi takvimlerden önce kullanılan Jülyen takvimi artık yıl hesabındaki bir hatadan ötürü 128 yılda 1 günlük kaymaya sebep oluyordu. Hatta şaşırırsınız belki o takvimle birlikte yılbaşı 25 Mart idi. Bu her iki takviminde ortak yönü kendisine referans olarak Güneş'in hareketlerini almasının yanı sıra bildiğimiz tipik ay sıralamasına sahip olmasıdır. Jülyen takvimindeki kayma Gregoryen takvimle giderilmiştir fakat zamanı daha rahat incelemek adına zamanı ikiye böleceği sıfır noktasını bulmak ayrıca bir dertti. Millattan önce, milattan sonra diye adlandırdğımız zaman dilimleri İsa'nın doğduğu gün temellendirilerek seçilmiştir. Milat sözcüğü doğum anlamına gelen ARAPÇA kökenli bir sözcüktür. (Teşekkürler Vikipedi :D)

Hicri takvim kendisine milat olarak -daha doğru tabir etmek gerekirse- zamanı ikiye böldüğü referans noktasını Muhammed'in Mekke'ten Medine'ye olan göçünü yani hicreti alır. Fakat bu takvimin yaptığı çok büyük bir hata vardır ki o da kendisini Ay'ın Dünya'daki hareketlerini temellendirerek oluşturmasıdır. Bu sebeple Hicri takvim, Miladi üzerinde sürekli kayma yaşar ve herhangi bir sabitesi yoktur. Her yılın başının farklı olduğu bir zaman dilimi düşünün. Evet, hicri böyle bir takvim.

Yazının Noel kısmında da değineceğimiz gibi Yeni Ahit'in hiç bir yerinde İsa'nın doğum tarihi ile ilgili kesin bilgiler verilmez. Hep tahminler ve düşünceler üzerinden veya bir kaç matematiksel hesaplamadan yararlanarak saptanmaya çalışılır. İsa'nın doğumu yıl olarak MÖ 6-2 olduğu saptanmaktadır. Yani 1 Ocak günün 1 yılı İsa'nın doğduğu gün değil, onun doğumu kullanılarak seçilen bir noktadır. İsa'nın doğduğu gün Katolikler için 25 Aralık, Ortodokslar için 6 Ocak'tır. Çünkü Ortodokslar XIII. Gregory'nin takvimi yerine Jülyen takvim kullanır. Buradan da çok iyi anlayabilirsiniz ki Ocağın biri Dünya'nın Güneş etrafında attığı turun dolması haricinde hiç bir dini anlamı olmayan sıradan bir gün iken, aralığın 25'i dini olarak özel bir günü temsil eder. Uzun lafın kısası; "Yılbaşı ile Noel aynı şeyler değillerdir."

Noel ile Yılbaşı aynı şeyler olsa dahi burada niyetin rolü çok büyük. Yılbaşı kutlamalarına dahil olan biri İsa'nın doğum gününü mü kutluyor yoksa yeni bir yılın gelişini mi bunu da Tanrı'dan başka kimse bilemez. Ne de olsa; "Ana rahminde sana biçim vermeden önce tanıdım seni." (Yeremya 1:5). Demem o ki Allah'ın adalet tartısı şaşmaz. Niyeti iyi, kötü olan birinin ayrımını pekala hakkıyla yapabileceğine şüphe yok.


  • Yılbaşı kutlamanın sapkın bir öğreti olması iddiasına eklenen bir diğer argüman hiç şüphesiz "ahlaksız Batı'nın eğlence anlayışı" olacaktır. İçki içilmesi, dans edilmesi, şarkı söylenmesi, dansöz gibi performansların izlenmesi, Sayısal Loto ya da Tombala gibi şans oyunlarının oynanması etik (((bu tipler etik ne demek bilmezler bu arada))) dışı olduğunu sürerek yılbaşının da etik dışı olduğunu iddia ederler.
Bu resmen şuna benzemektedir; "Domuz eti yemek haram kılınmıştır. O zaman yeryüzündeki bütün domuzları öldürelim." Bir eylemin kutlanma şeklinin kimse karışamayacağı fikrini bir kenara bırakacak olursak bile yine de aptalca bir fikirdir çünkü bunları yapmasına gerek yoktur. Yılbaşı kutlaması denilen şey yılın bütün huzursuz geçen günlerin acısını çıkarmak, bir sonraki yılın iyi geçmesini dilemektir ve bu dine uygun şekilde çok da güzel şekilde yapılır! Bu yılı da sağ salim tamamladığın için Tanrı'na iki rekat şükür namazı kılmaya ne dersin? Ya da karşına yepyeni imtihanlar gelecek; bunun için "Yılbaşı duası" etmenin ne gibi bir sakıncası olabilir?

Demek istediğim helal bir şekilde de yılbaşı kutlaması gayet yapılabilir. Bu durumda yılbaşı daha etik dışı mıdır, yoksa belirli gün ve haftalara biz mi belli başlı anlamlar yükleriz? "Yılbaşı ahlaksız Batı'nın Müslümanları uyutmak için yaptığı bir oyundur, uyan ey Müslüman!" gibi yaygara koparmak yerine 31 Aralık'ı 1 Ocak'a bağlayan gece Tanrı'ya güzel zamanlar geçirmek için yalvarmak veya ölüsünü anmak için Yasin benzeri sureler okumak çok çok daha samimidir inanın bana. İnsanların ve hatta insanlığın güzel zamanlar geçirmesini dilemek ne tür sapkın bir öğretiden çıkmış olabilir anlaması zor.

Noel Kutlamak Caiz Midir?

  • En son söylemem gereken şeyi ilk başta söylerek sizlerin canını sıkmak istemiyorum ki zaten beni biraz tanımışsanız buna ne cevap vereceğimi kestiriyorsunuzdur: EVET, CAİZDİR.
İsa Mesih'ten neden bu kadar korkuyorsunuz? Onu temel öğretilerini dinlemek sizce sizi dinden mi çıkaracak? Bu kadar zayıf bir imanınız varsa kendinizi gözden geçirin derdim fakat bilmem haberdar mısınız İslamiyet'e göre İsa da Allah'ın bir kulu ve elçisi. İsa; Müslümanlar ve Hristiyanların ortak paydada buluştuğu Meryem oğluyken peygambere bu denli taraflı yaklaşmanız hiç samimi değil. İsa herkes için geldi, Baba'nın Kutsal Yasa'sını dile getirmek ve Söz olmaktan başka bir şey yapmamışken bu kadar düşmanca bakılan İsa portesi beni ister istemez rahatsız ediyor. Babamız ortak, tapındığımız Allah aynı. Her iki dinde Tanrı tanımlarını yaparken İbrahim'den faydalanır. Teslis imanlısı bir Hristiyan İsa'nın tanrısallığına inansa da, Teslis'i reddeden Hristiyanlar ve Muhammed imanlısı Müslümanlar İsa'yı hali hazırda peygamber olarak görmektedirler. Bu durumda onun doğumda nasıl bir sıkıntı olabilir ki? (Kuran 3:45, 3:84, 4:157-171-172, 5:17)

Oğul İsa ve Baba Tanrı herkesin yapamacağı bir erdem yaptı. Herkesi sevdiler. Kendilerine inanıp, iman etmeyenleri bile. Çünkü Tanrı yasaları herkes için vardı ve şevkatli Tanrı asla ve asla oğluyla birlikte Adem'in soydaşlarına asla sırt çevirmeyecekti. "RAB tez öfkelenmez, sevgisi engindir, suçu ve isyanı bağışlar." (Çölde Sayım 14:18)

Durum buyken İsa'nın doğduğu günü ayrıca Kuran'a inanan biri de olsan kutlamanın ne gibi kötü yanı olabilir? İsa herkes için var. Tıpkı diğer peygamberler gibi.

  • Peki ya Müslümanlar her Hristiyan bayramlarını kutlayabilir mi diye soracak olursanız maalesef burada cevabım hayır çünkü Paskalya gibi bir gerçek var.
Paskalya; Hristiyan imanı gereği İsa'nın çarmıha gerildikten sonraki üçüncü gündeki dirilişini kutlamaktadır. Kelime anlamları olarak Diriliş Günü demektir. Kuran'da da açıkça bellidir ki İsa asla çarmıha gerilmemiştir ve Allah'ın yanına yükselmiştir.

"Halbuki onu öldürmediler, onu asmadılar da. Onlara İsa gibi gösterildi. Aksine, Allah onu kendine yükseltmiştir." (Nisa:157-158)

"Ey İsa, seni ancak ben öldüreceğim. Seni kendime yükselteceğim. İnkarcılardan temiz kılacağım." (Ali-İmran:3/55)

Ayetlerinden anlaşılır ki İsa'nın çarmıha gerilişi İslamiyet inancına yer edinmez. Buna rağmen İsa bir peygamberdir, Allah'tan direk vahiy alır ve Hristiyanlar da Ehl-i Kitap'tır. 

  • Noel Baba ve Noel ağaçlarını gördükten sonra öfkeden kudurmanıza gerek yok. Noel ağacındaki yıldız hariç olmak üzere bu ve bunun gibi popüler kültür ögeleri dini hiç bir motif içermiyorlar. Hatta Noel Baba evren üzerindeki ilk fantastik karakterlerden biridir. Kırmızı kıyafetleriyle, Ren geyikleriyle o bir efsaneden öte değildir.
Aslında zamanında Antalya'da yaşamış olan bir papazın Noel Baba olduğuna dair bir iddia vardır ki bu pek yalanlanamaz. İnsanları mutlu etmek adına Noel arefesinde hediyeler verir, onlarla dualar eder ve İsa'ya yalvarırdı. Ayrıca bulunduğu konum Bizans Ortodoks'larınca olmasından ötürü kendisi 5-6 Ocak tarihlerine aktif rol oynardı. "Sanki kendin görmüş gibi nasıl bu kadar kesin konuşabiliyorsun?" diyebilirsiniz çünkü cidden kendi gözlerimle gördüm. Antalya'da "Santa Klaus" fakat asıl adıyla "Aziz Nicholaos" için yapılmış bir tür müze ve kilise ziyaretlerine bulunup bilgiyi birincil kaynaktan alma şansım oldu.

Ayrıca sizde kolaylıkla akıl edebileceksiniz ki popüler kültürün Noel Baba'sı kar ile özdeşlemişken, Aziz Nicholaos neredeyse hiç kar yağmayan bir yer olan Antalya'da bulunmasından ötürü aynı şeyler elbette değillerdir. Bu sebeple Noel Baba asla dini bir motif içermez.

  • İşte zurnanın zırt dediği yere geliyorum. Yukarıdaki BÜTÜN anlattıklarıma dayatılan en sağlam argümanlardan bir tanesi bir ayet. Evet, hadis olsa (ki aynı temada hadisler de var) bir kulağımdan girer diğerinden çıkar. Konu Kuran ayeti olunca ince eleyip sık dokumak gerekiyor. O ayet; "Yahudi ve Hristiyanları dost edinmeyin. Onlar birbirlerinin dostudurlar. İçinizden kim onları dost edinirse, o da onlardandır. Allah zalim topluluğa hidayet etmez." (Maide, 5/51)
Kefenin sağ tarafında herkesi kucaklayan İsa ve Baba'sı, sol tarafında sırf Yahudi ve Hristiyan olduğu için onları dost edindirtmeyen Tanrı profili. Üçüncü sınıf gerzek bir Karikateist'çi değilim, Tevbe suresinden ayet cımbızlamak gibi amatörce değil daha geniş bakmaya çalışıyorum fakat söz konusu ayetin öncesini de sonrasını da okuduğumda tatmin olamıyorum. İslamiyet'in Tanrı'sına göre kendisinden önceki dinlerden olanlar herkes sapkın olmak mı zorunda? Konu cennet, cehenneme geldiğinde Ehl-i Kitap'ın cennete gideceği kesin hükmündedir;

"Şu bir gerçek ki, iman edenlerden, Yahudilerden, Hristiyanlardan, Sâbiîlerden Allah’a ve ahiret gününe inanıp barışa ve hayra yönelik iş yapanların, Rableri katında kendilerine has ödülleri olacaktır. Korku yoktur onlar için, tasalanmayacaklardır onlar. Bakara Suresi, 62"

Fakat iş zaman, mekan ve derinliğe sahip üç boyutlu evrende neden Yahudi, Hristiyan dost olunmayacak kadar kesin çizgilerle çizecek kadar kötü mü olmak zorundalar?

Bir Hristiyan da ahlakı Tanrı'ya temellendirir. Çoğu haram ve kötü davranışlar İslamiyet'in yasakladıklarına uyar. Fakat bir Hristiyan domuz eti yediği için ve İsa'nın çarmıha gerildiğine inandığı için kötü biri midir? Tanrı'nın gözünde kim daha değerli; çocuk istismarcısı bir Müslüman mı, ayda iki kere yetimhane ziyaret eden bir Hristiyan mı?

Bunun soruların cevaplarını ben değil siz sevgili okurlar vereceksiniz. Blog'un altına yorumlarınızı, sosyal meyda hesaplarımdan mesajlarınızı eğer anonim olmak istiyorsanız zteamteam@gmail.com adresine e-postalarınızı sabırsızlıkla bekliyorum.

Burada "Fakat burada bahsedilen kötü Hristiyan ve Yahudiler" argümanını asla kabul etmiyorum çünkü o dinlerin imanlıları için herhangi bir sıfat eklenmemiş. Ha'şa; Tanrı tek bir kelime eklemekten aciz olamayacaktır elbette. O zaman direkt "kötü Hristiyanlar ve kötü Yahudiler ile dostluk etmeyin." uyarısı gelebilecekken direk her ne kadar kelime olarak içerisinde olmasa da bütün anlamı yüzünden TÜM Yahudi ve Hristiyanlar için söylendiği anlaşılıyor.

Uzun Lafın Kısası: Bir kişi Müslüman olmasına rağmen Yılbaşını dini herhangi bir ritüel içermediği için, Noel'i de İslamiyet'e göre İsa'nın bir peygamber olması sebebiyle kutlayabilir. Fakat bu her Hristiyan bayramını kutlayabileceği anlamına gelmez, mesela Paskalya.

Hem Tanrı hem de ben sizi çok seviyoruz. Sevmeyi seviyoruz elhamdülillah. Yazım yanlışı gördüğünüzde bildirmeyi, fikrinizi beyan etmeyi ve size sorduğum soruların cevaplarını bana iletmeyi unutmayın. Herkese mutlu Noel'ler!


10 Aralık 2017 Pazar

Aşk Metafiziği Varsa Felsefesi de Vardır: Reddedilmek, Aldatılmak ve Terk Edilmenin Benzer ve Farklı Yönleri

Merhaba. Eğer Platon'a Göre Aşk (Platonik Aşk) yazımı okuduysanız "Aşk Metafiziği Varsa Felsefesi de Vardır" adında bir kitap üzerinde çalıştığımı da bilirsiniz. Son zamanlarda asla ve asla onunla alakalı verimli bir şeyler yapmıyorum ve ne gibi bir şeyin altına girdiğimin anca farkına varabiliyorum. Aynı durum blog içinde geçerli. En azından kitapta bulunan bir başka bölümü tease ederek hem blog, hem de kitap cephesini ilerleteceğime inanıyorum. Tarih vermem imkansız fakat aklımdaki mükemmeliyetin henüz %25'inde bile olmadığını söylemeliyim. Keşke felsefe okuyor olsaydım da bitirme tezim olsaydı. :D

Konumuz derin, detaylı ve hatta korkumun üzerine gidecek cinsten. Reddedilmek, aldatılmak ve terk edilmenin benzer ve farklı yönlerini inceleyecek bunlara maruz kalınmasını inceleyecek ve bir takım aşk felsefesi problemini çözmeye çalışacağız. O zaman hızınızı hiç kesmeden yazıya geçin.


Sevgi ve aşk gibi kavramları filozoflardan dinledik. Kimisi çokça kez olumlarken kimisi resmen onu "kötü" bir şey olarak gördü. Hatta içlerinde argümanlarını sadece cinsi yönden inceleyen bile vardı. Peki ya filozofların bu fikirlerinin ışığında ilerleyerek cevaplandırmadıkları soruları ve yapmadıkları tanımlar? Elbette bu bana ve size kalıyor. Tek eşliliğin doğruluğuna uzun zamanlar öncesi ikna olan insanların aşk hayatlarında çok sık duyduğumuz üç kelime kuşkusuz "reddedilmek, aldatılmak" ve "terk edilmek" olacaktır. Kimimiz bunları okurken bile tüyleri diken diken olur üstelik bunun için acı verici bir tecrübe edinmiş olmasına gerek dahi yoktur. Peki ya bunlar nedir ve üstlerinden nasıl gelinir?

  • Reddedilmek: Aşk Felsefesinde asıl sözcük anlamını kaybetmemiştir. Sevgi/aşk duyulan kişiye hislerini söylenmesiyle birlikte alınan olumsuz cevaba denir.
  • Aldatılmak: Asıl sözcük anlamına baktığımızda kandırmak ile aynı anlamda olduğunu söylesek yanlış söylemiş olmayız. "Yalan söylemek" temellerine dayanan bir kelime olmasına karşın Aşk Felsefesinde durumu güzellersek "başkasının üzerine gül koklamak" diye tabir edebiliriz. Hali hazırda biriyle karşılıklı duygu alışverişi içerisinde bulunan bir kişinin üçüncül kişilere aynı duygu hissiyatını bildirmek anlamına gelir.
  • Terk Edilme: Bir takım sebeplerden ötürü ideal aşk hissedilmeyen kişiye bunu söyleme sonucunda deyim yerinde ise yolları ayırmak anlamına gelir. Ayrılıktan çok büyük bir farkı vardır ve o da bu eylemin tek taraflı yapılmasıdır. Ayrılık iki kişinin verdiği bir karar iken terk ediliş "bırakma"ya tekabül eder.
Peki ama bu eylemler Aşk Felsefesinin etiğinde iyi ya da kötü eylemler midir? Bunlardan ötürü neden acı çekeriz üstelik biraz daha ileri gidip benzer ve farkları nedir bunları konuşacağız.

Benzer Özellikler
  • Konu reddedilmek, aldatılmak veya terk edilmek fark etmeksizin buluştukları en büyük ortak çatı karşı karşıya kalınan kişiyi üzmesi. Bu hüznün temellendirmesinin aynı oluşu bu eylemler için ilk bakışta "kötü" damgası vuruluyor olsa da "reddiye" ve "terk edilmenin" etiğe uygunsuz eylemler olmadığını göreceğiz.
Hüzün konusunda aldatılmak kendi içerisinde dallanıp budaklansa da kümeye diğer iki eleman eklendiği zaman kesişim kümesinde rahatlıkla kişinin kendisini yetersiz, geliştirmemiş ve değersiz bulmasını göreceksiniz. "Neden sevmedin ki?" diye soramayacağı için* sorunu kendinde arar ve bunu bulduğuna da körü körüne inanır. "Daha güzel, daha yakışıklı, daha zeki, daha cesur, daha kültürlü, daha öz güvenli" olması durumunda bunun başına gelmeyeceğini düşünmesi sebebiyle kendini bir bok çuvalı kadar değersiz görmeye başlar. İşte tam da bu sebepten ötürü bu üç eylem intihar sebeplerinin başında gelir. Schopenhauer'un da bildirdiği gibi;

"...bu chimera öylesine parlak ve ışıltılı hale gelir ki, eğer ki elde edilemezse hayat bütün cazibesini yitirir ve öylesine dümdüz, neşesiz ve tatsız görünür ki, ona karşı duyulan tiskinti ölüm korkusuna karşı bile galip gelir ve âşık kişi yaşamına gönüllü olarak son verir."
Schopenhauer - Cinsel Aşkın Metafiziği

"Eğer ki elde edilemezse" kısmından da anlayabileceğimiz gibi Schopenhauer burada reddiyeden bahsetmektedir fakat bu diğer eylemlerinde intihar tetikleyecisi olmadığı anlamına gelmez. Hali hazırda nihilizm savunucuları çok kabaca tarif etmek gerekirse "Hacı zaten hayatın bir anlamı yok istersem intihar ederim, istersem etmem." tarzındaki tutumları vesilesiyle iyi/kötü gibi ahlaki temellendirme derdine girmez. Donanımlı birey olma çabalarını Üstinsan'a bağlamış olsalar da insan doğası gereği bu eylemlerle karşılaşan kişinin illaki içerisinde kendini ya da yaşadığı olayın kötü olmasına bağlı olarak dini sorgulamaya başlar. Çünkü "Tanrı varsa bu kadar kötü olamazdır." Fakat o zamanla kaçırmış olduğu bir durum vardır ki Kötülük Problemi'nin teistlerce yaklaşımına göre kötülük Tanrı'dan gelmez. Tanrı yasasına karşı gelmek kötünün ta kendisidir. Buradan da anlayabiliriz ki kötünün yaratıcısı Tanrı değil insandır.

(NOT: * ile işaretlenen yer kitabın öncelerinde çok kısaca değiniliyor. Özet geçmek gerekirse çünkü kimse birini sevmek zorunda değil tıpkı sevmemek gibi. Sevginin farklılaştığı noktalardan biri budur ve sevmek ya da sevmemek herhangi bir temellendirmeye ihtiyaç duymaz.)

  • Her üç eylemin sonucunda dinen dahi olmasa bile inandığı değerler ufak bir sarsıntı geçirir veya daha çok tutulur. Buna en iyi örnek ise mutlu bir birlikteliğin ardından gelen sevginin kötü bir şey olduğunu ve işe yaramaz olduğunu kesin dille getirme aşaması olabilir. Bunu "felsefece" dile getirmek gerekirse birey Aşk Felsefesine dair düşüncelerini rasyonelizmden pragmatizme çevirmiştir.
Her aldatılan, reddedilen veya terk edilen sevgiyi değersiz görür anlamına gelmemektedir. Bu sadece en sık görülen vakalardan biridir. Olumlu yönde gelişse dahi buradaki ana sorun konun kesin çizgilere sahip olmasıdır. Teze karşı anti-tez getirilip sentez yapılmasını düşündüğüm için keskin kurallar veya yıkılmaz tabular işin içine dahil olunca ister istemez eleştirmek zorunda kalıyorum fakat konu Aşk Felsefesine geldiğinde gardımı indirmek zorundayım çünkü bireyin mücadelesini verdiği eylemler topluluğu ona yepyeni şeyler kazandıracaktır. Hiç bir insan reddedildikten, aldatıldıktan, terk edildikten sonra aynı olmayacaktır. Heraklitos "Değişmeyen tek şey değişimin kendisidir." derken Aşk Felsefesi mağdurlarını işin içine katmış mıdır bilinmez ama aynı nehirde iki kez yıkanamayanların dünyasına bu tip vakaların gerçekleşmesi oldukça normal karşılanmalıdır. %100 katılıp savunamadığım bir şey varsa o da teolojide Tanrı, deneyim sonucu elde edilen öznel bir ruhanilik olması fikridir. Aynı durum Aşk Felsefesinde de geçerlidir ve ben yine bunu %100 savunamam: "Aşk tecrübelere bağlı olarak iyi ya da kötü olduğuna karar verilen özel bir duygu selidir."

  • İd, ego, süper egonun hayatta kalma dürtüsünden, acıları hafifletip eğlenebilmek adına ve ilk maddede belirttiğim kendini yetersiz ve değersiz görmeden ötürü yeni hobi arayışları bu tipik üç eylemin sonuçlarından olmaktadırlar. Eski hobiler artık aynı tadı verememeye başlamıştır ve melatonin salgısını arttırmanın yolu o zamana kadar yapmadıklarını yapmayı denemekten geçmektedir. Bu hobilerin üretici veya tüketici yanının ortaya çıkışı bireyle alakalı olmaktadır.
Melatonin, Serotonin, Dopamin, Endorfin ve Adrenalin arttırmanın bir diğer yolu da uyarıcı maddelere maruz kalmaktır. Alkol, sigara ve uyuşturucu kullanımının bu dönemde parabolik artışının sebebi (bir alkol bakiri için) hem yeni şeyler deneyerek hem de biyolojisiyle oynarak mutlu olmaya çalışmaya çalışmaktan öte bir şey değildir. İmanlılar mutluluk hormonu salgısını arttırmak adına kendini Tanrı'nın şevkatli kollarına atar ve bu tip dünyevi zevkleri reddeder. Uyarıcı maddeleri bir kenara bırakıp hobileri incelediğimizde bireyin daha önce ilgisini çekmeyen ya da denemeye yeltenmediği şeyler olduğu apaçık görünmektedir. Öğrenciyse derslerine, çalışan biriyse kariyerine normal ilgisinden daha da fazla yaklaşır ki boş biri olmadığını kendine inandırsın. Bu tip çabalar takdire şayan olmasına karşın beklenilenin alınması imkansızdır. Birey kendine bu uğraşlarla birlikte bir artı ekleyebilir fakat reddiyenin vermiş olduğu hüzün maalesef ki daha ağır basar ve "Ben bunu yaptım hâlâ değersizin tekiyim." demeye devam eder.

  • Geçer derler ama geçmez. Bu eylemlerin can alıcı noktalarından biri ruhunuzun en derinliklerinde ve hatta bilinç altınızın en dip köşesinde de hüzün kırıntılarına sahip olmasıdır. Üstelik bunu arabesklik yapmak için ya da aptal edebiyatına hizmet etmek için söylemiyorum. Beyninizin çalışması gereği kişiler ve cisimler arasında ilişkiler kurdurarak hatırınızı kolaylaştırmaktır. O sebepten ötürü reddedildiğiniz, aldatıldığınız veya terk edildiğiniz kişiyle daha öncesinde bulunduğunuz ortak bir yere tekrardan geldiğinizde aklınıza gelen ilk şey bu durum olacaktır. Bu 2 saniye sürecek olan aşırı minimal bir etki de olabilir gelecek 3 ayınızı mahvedecek bir yıkım da. Bu sizin EQ'nuz (duygusal zeka), o kişiye verdiğiniz değer, yaşadığınız eski ilişkiler gibi farklı etmenlerle değişkenlik gösterecektir.
Bunun kaçınılmaz olması aşikar fakat bu birine kızacağınız bir etmen değil velhasıl insan olmanın fıtratında bu vardır. O sebepten ötürü buna benzer durumlarda hatırınıza gelmemesine değil bundan en az zararı görmeye çalışmanız kesinlikle sizlere çok çok daha fayda sağlayacaktır. "Bu benim başıma gelmiyor yha, aştım ben artık." diyen kişi emin olunuz ki yalan söylüyordur. İnsanî dürtülerini reddettiğini bilse kendine gülerdi herhalde. Zaten bunun da en iyi örneklerinden biri kişinin kendisini "Aman canım o kendi kaybeder." diye teselli edişinden belli olmaktadır. Bunun gerçek olmadığı o kadar bellidir ki, hayatta kalmaya çalışan beden yanlış bilginin doğruluğunu şüphesiz kabul eder.

  • Cepheler fark etmeksizin pişmanlık bildiren cümleler duymanız içten bile değil. Bunların olasılıkları birbirinden ayrılan noktaları olsa da "keşke" içeren cümlelerin dudaklardan dökülmemesi nadiren görülen bir olaydır. Haddimi aşıp "keşke" cümlelerinin söylenme olasılıklarını yüzdeyle belirteceğim, evet.
  1. Keşke reddetmeseydim. (%6)
  2. Keşke açılmasaydım. (%70)
  3. Keşke aldatmasaydım. (%95)
  4. Keşke aldatılmasaydım. (%70)
  5. Keşke terk etmeseydim. (%40)
  6. Keşke terk edilmeseydim. (%70)


Farklı Özellikler
  • Eylemlere karşı gösterilen benzer reaksiyonlar ve hüzünün temellendirmesinin aynı şey olduğuna değindik fakat bu hüznün ve acının miktarı eylemler arası farklılık gösterecektir. Herkes kendi çektiği acıyı örnek göstererek "Ama nasıl olur bu bundan daha fazla hüzünlü!" diye bana kızabilirler. Olaya tarafsız ve rasyonel yaklaştığımda acılar arasında şöyle bir sıralama görüyorum; Reddedilme > Aldatılma > Terk Edilme. Peki ya neden?
Bir kere reddiyenin diğer iki eylemden de daha büyük olmasının asıl sebeplerinden biri herhangi bir ilişkinin asla başlamayacak olmasıdır. Aldatılan veya terk edilen kişi sevdiği kişiden hayatlarının bir döneminde olsa da geri dönüş almış olmasına mütevellit reddedilen için böyle bir durum asla geçerli değildir. Hayatının hiç bir zaman dilimi onun için var olmayacaktır, bunun bilincine sahip olması reddedilen için ne büyük acıdır! Aldatılan ve terk edilen insanlar geçmişte geçirilen güzel zamanları düşünüp üzülürken reddiyesi verilen kişi ya potansiyel güzel günlere üzülür ya da bunların asla yaşanmayacağına. Aldatılan ve terk edilen kişiler dayanacağı bir hakikat var olmasına rağmen reddedilen kişi resmen sanal-hayal aleminin en sık ziyaretçilerinden biri olur. Diğerleri o zamanlardan kalan videolarını izler, fotoğraflara bakar; reddedilen hayalini kurar. Asla somut olmaz bunu gördükçe hüznü artmaya devam eder üstelik karşındaki kişiye de kızamayacağının bilincinde olduğu için kendisini bir numaralı sorun olarak görür. Sevmenin erdemli bir eylem olduğunu diğerlerinden çok daha iyi bilir. Belki hiç belki de çok uzun süreler boyunca başka kişilere karşı ilgi duymayacak; başladığı an bunun doğru olup olmadığını tonlarca kez sorgulayıp geçmişte hem kendisine hem de karşısındakine yalan mı söylediğine dair rahatsızlık duyar. Aldatılma gibi kötücül bir eylem olmaması sebebiyle düşmanlık duyamaz. Tam performans kendine yüklenir. Düşmanca hisler beslemediği için çok ufak bir parçası hala onu anar olmuştur fakat bunun imkansızlığı hayat kadar gerçektir. Kim bilir ileride yaşayacağı ilişkilerde dahi aklında yer edinir? Üstelik reddedilme diğer iki eyleme nazaran toplumca daha utanç verici olarak yorumlanır. Aldatan kişi hakkında bir kamyon azığa alınmayacak şey, terk eden kişi hakkında da "boş ver kanka zaten orospuydu" denebiliyorken reddedilme bunlardan tamamen uzaktır. Hali hazırda sizin bu tip teselliler bir kulağınızdan girip diğerinden çıkar. "Bekarlık sultanlıktır." diye teselli edildiğinizde bunun çok yemek yediği için midesi ağrıyan birinin şikayeti olduğunu anlarsınız fakat reddedilenin karnı açtır. Sevginin ta kendisine.

Aldatılma, terk edilmeye nazaran daha kötücüldür çünkü en güvendiklerinizden birinin sizi kandırmış olmasını aklınız alamıyordur. Her ne kadar "Ben ne yaptım ki?" diye kendinizi sorgulasanız da suçu ona atmanız oldukça muhtemeldir ve hakkınızdır! Aldatmanın hiç bir meşru yanı olamaz, bu bir hak olarak görülemez. "Ufak kaçamaklar" gibi meşrulaştırılamaz ve aldatan kişi değersizdir. İş Aşk Felsefesinin sınırlarını aştığında bile bu eylem aşırı kötücüldür. En azından reddedilmede ve terk edilmede karşınızdaki kişi size doğruları söylemiştir. Aldatılan kişi yalanla karşı karşıyadır ve bu duyguyu tatmayan bir kişi için bile anlaşılacak bir yıkıcılıktadır. "O günlere lanet olsun!" denecek günlerin varlığı acıyı hafifletmelidir.

Terk edilme içlerindeki en az hüzünlü olandır çünkü olgun biri her şeyden önce değişimin değişken olduğunu bildiği için aşık olunan karakterin değişmiş olacağını ön görebilir. Yalanlar ve sahtekârlıklarla değil saf gerçeklerle yüz yüze oluşu acısını biraz daha hafifletmesinin yanı sıra kelimenin tam anlamıyla tüm sorunu kendine yüklemek zorunda değildir. Terk edilen kişi aldatılan biri gibi "Demek ki sevgisi yalanmış." diyebilir yine de kendisini aldatmayan biriyle birlikte olduğu için kendini ve sevdalısını tebrik etmelidir. Tesellileri aşırı klişedir fakat işe yarar. Daha iyi hissettirir diğerlerine nazaran gönderme yapma eşiği daha geniştir ve yeni insanlara yönelim daha az sancısız geçecektir. İlk aşamada "Madem öyle ben de can yakayım." gibi aptalca bir uğraşın içine girerler fakat bunun yanlışlığını görüp empati kurdukları anda bu gereksiz sevdadan vazgeçerler.

  • Reddedilme ve terk edilme intikam gözetmez. Aldatılma gözetir. "İntikam almak" iyi midir kötü müdür bu tartışmaya hiç girmeyeceğim yine de reddedilen ve terk edilen kişi karşısındaki kişinin güzel, mutlu bir hayat geçirmesini pek tabi ki dileyebilir hatta bir nevi olması gereken budur. İş aldatılmaya geldiğinde farklılaşır çünkü kandırılan insanın öfkesi hiç bir şeye benzemez. Beddualar, iki yakası bir araya gelmesinler genellikle bu eylemin sonucu duyulan temennilerdir.

  • Reddedilme ve aldatılma bütün tekrardan ilişki başlangıç olasılıklarını sıfıra çekerken terk edilmede çok ufak dahi olsa böyle bir ihtimale sahiptir. Elbette bu terk edilişe ve bireylerin erdemlerine bağlıdır. Benzer özelliklerde değindiğim şeyi hatırlıyor musunuz? "Bu eylemlerden sonra kişi ister istemez değişir." demiştim. Bu terk eden ve edilen kişinin ilişkilerinin devam etmesine de çok büyük etkisi olur. Olumlu veya olumsuz olmasına rağmen bizler olumsuzluk haberlerini daha çok alırız. Bunun sebebini gerçekten tam olarak bilemiyorum. Sunacak da bir argümanım yok dürüst olmak gerekirse.
(((Çok uzun olduğunu düşündüğüm için burada bırakıyorum. Umarım zevk alarak okumuşsunuzdur. Yazım yanlışı gördüğünüzde bildirmeyi ve fikirlerinizi söylemeyi sakın ihmal etmeyin. Sevgiyle kalın.)))