7 Eylül 2021 Salı

Benim Schopenhauer ile Alıp Veremediğim Nedir?

 Arkadaşlar... Hoş geldiniz... Nasılsınız, keyifler nasıl? Keyifler gıcırsa girişiyorum konuya. Eğer ki bu blog adresinin taslak kısmına bakarsanız 3-4 tane yazılmaya başlanmış yazı olduğunu lâkin hiçbirinin bitmediğini görebilirdiniz. Neyse ki göremiyorsunuz :D. Demeye çalıştığım şey şu, bir şeyler yazmak için ekranın karşısına geçtiğimde birden bire dikkatim dağılıyor, dolayısıyla yazı da dağılıyor. Eh bunu okuduğunuza göre artık birtakım dikkat toplama işlemleri gerçekleştirilmiş olacaktır.

Bunun bir diğer sebebi de diğer yazıların ciddi anlamda araştırma süreçlerinin olmasıyken burada okuyacağınız her şeyin tamamen ÖZNEL olmasıdır. 5 kişi okuyacak olsa da çok mühim değil. Canım istedi ve yazdım işte AAAAAAA!

Konuya girişelim yavaştan: Arthur Schopenhauer! YouTube'da Schopenhauer'un kaleme aldığı "Hayatın Anlamı" isimli eserini eleştirdiğim bir video paylaştım. Bu videoda kendisine yaş bunak, geri zekâlı, man kafa, salak gibi ithamlarda bulunsam da kitabı çok beğendiğimi söylemiştim. Like/dislike oranının %33 olması ile kanalımın en beğenmeyen videosu olma özelliğini taşımakta aynı zamanda bu video. Hele ki yorumlar... Incel olduğumu iddia edenlerden tutun da çok değerli bir filozofa laf etme haddine sahip olmadığıma kadar geniş skalada bir nefret ile karşılaşmıştım.

Şimdi bu durumu daha öncesinde anlattığım arkadaşlarım "Eh sen de iyi ki bi' kere linç edilmişsin he paso anlatıyorsun asdf." diyebilir haklı olarak. Aslında kendimi açıklama ihtiyacı da hissetmiyorum. Geçenlerde yolculuk ederken yaptığım bir beyin fırtınasını metne dökmek istedim sadece. O zaman en amiyane tabirle LESGOOOO diyelim mi efendim? Diyelim: LESGOOOOOOOOOOO!!!!

Bölüm 1: "Rasyonel Sevmemek" Mümkün

Beni tanıyor, en kötü ihtimalle birkaç yazımı (özellikle İgnis Hortus'a Göre Sevgi'yi) okuduysanız sevmek/sevilmek üzerine az buçuk ne düşündüğümü biliyorsunuzdur. Lâkin yeri gelmişken bir kere daha belirtmekte fayda var. "Sevgi" bir duygu olduğundan rasyonel bir çerçeveye sığdırmak oldukça zor. Aynı durum "sevmemek" için de geçerli pek tabii. Yani bir diğer deyişle birini sevmek ya da sevmemek için akıllıca nedenlerimiz olması gerekmez. Fakat bu dediğim yanlış anlaşılmasın. "Akıllıca nedenlerimiz olması gerekmez" demek "akıllıca nedenlerin olmaması elzemdir"den ziyade "akıllıca nedenlerin olması kadar olmaması da oldukça kabul edilebilir" demek.

Ya bunu neden bu kadar anlattım biliyor musunuz? Çünkü Schopenhauer'a duyduğum sevgisizliğin rasyonel temellere dayandığını düşünüyorum. Celal Şengör'ün ikonikleşmiş "Abi bana Hegel deme çünkü o salak!" sözü gibi değil yani anlayacağınız asdf. (Sonrasında Hegel nefretini temellendirdiğini biliyorum ama bu konu için verilebilecek en iyi örneğin bu olduğunu düşündüm asdf.)

Felsefe konuşmayı bir kenara bırakıp az buçuk sosyolojiden dem vuralım istiyorum. Hayat görüşünüz hiçbir şekilde aynı olmayan biri hakkında ne düşünürsünüz? Aslında Schopenhauer hakkında uzun uzun bir yazı yazmak yerine sadece bunun cevabını vermek benim için yeterlidir. Sizi bilmem ama ben pek sevip onu bağrıma basamam arkadaşlar. Bu, benim dünya üzerindeki her şeyi bildiğimi ve sadece benim dediklerimin doğru olduğunu anlamına mı gelir? Yoo... Ama hepimiz biliriz ki mutlak olan kaderde mutlak olmayan bazı şeyler vardır, içinize dehşet saçasdf.

İki kuruş felsefe kitabı okuyan ve kendini aydın sanan tipler "Abi mutlak bir şey yok abi, ya hislerimiz yanlışsa, ya öyle, ya böyle..." diyerek kafa "açar" (burada s ile başlayan o kelimeyi kullanmak çok isterdim). Ama buz gibi de "mutlak" şeyler vardır işte. Mesela insanların cinsiyet, ırk gözetmeksizin aynı haklara sahip olması gerektiği gibi. Selamın aleyküm arkadaşlar, işte şimdi başlıyoruz.

Schopenahuer'un bir kadın düşmanı olduğu bir sır değil. Bakın Schopenahuer'un bunu temellendiriş şekli umrumda değil. İsterse yaşadığı tecrübelerce olsun, isterse tramvalarından olsun, umrumda değil. Başlı başına bu bile bir filozofu sevmemek için bir neden olabilir. Şu olayı şimdi bi' arada çıkaralım da, daha sonra on kere daha bundan bahsedeceğim çünkü: Bu bir "Neden Schopenahuer sevmiyorum" yazısı arkadaşlar, "Schopenahuer'un fikirlerine neden katılmıyorum" ya da "Schopenahuer'a reddiye" yazısı değil. Schopenahuer'u sevmiyor olmam hiçbir fikrine katılmadığım anlamına gelmiyor. Fakat bu tutumu, en karşı olduğum tutumlarından biri.

Bir örnek üzerinden gitmek gerekli diye düşünüyorum. Mesela Descartes. Kendisi dindar birisi. Ve diyelim ki siz, herhangi bir inanca mesup değilsiniz. Bu sebepten ötürü Descartes'ı sevmeyebilir, yobaz bulabilirsiniz. Fakat buna rağmen varlık felsefesine getirdiği şüpheci ve düel çözüme hayran da olabilirsiniz. Bu, tahmin ettiğinizden de normal bir durumdur.

İşin esası bu örnek bile benim Schopenhauer ile aramdaki ilişki konusunda %100 benzerlik göstermemektir. Çünkü din bile, insan haklarından daha tartışmaya açık bir konudur. Bu yazıyı yazarken örnekleme için ilk başka homoseksüellik için hastalık tabirini kullanan Freud gelse de yine tam bir karşılık olmayacaktı, zira Freud felsefe değil bilim yapıyordu ve insanlık olarak o zamanlarki bilgi birikimimiz bunu bir hastalık olarak tanımlıyordu. Bir diğer deyişle Freud homofobizm yapma niyetiyle değil gerçekten psikolojik bir hastalık olduğunu zannettiği için hastalık diyordu.

Neyse ki şu an 2021'deyiz... Değil mi?! Eskisine nazaran çok daha fazla şey bilmenin yanı sıra daha da kolay öğrenebiliyoruz. 1818'lerde (ki bu Schopenhauer'un Aşkın Metafiziği isimli eserini yayımladığı yıla denk gelir) ya da 1905'li yıllarda (ki bu Freud'un Cinsellik Üzerine isimli eserini yayımladığı yıla denk gelir) Google diye bir şey olduğunu zannetmiyorum?! Bu durum da esasında bizi yazının ikinci bölümüne getiriyor.

Bölüm 2: Filozoflar Dahi Olabilir, Fakat "Biz" Daha Dahiyiz

Schopenhauer, Kant'tan övgüyle bahseder. Nietzsche de aynı keza Schopenhauer'dan fazlasıyla etkilenmiştir. Peki ya Sartre? Evet doğru, Nietzsche'den... Her bir filozof, doğal olarak, bir önceki filozoftan bolca etkilenmiş, kimi zaman fikirlerini güçlendirmiş, kimi zaman ise bu fikirlere bir anti-tez yaratmıştır. Felsefe üreten insanlara (also known as filozof) hayranlık duymamız da pek tabii doğal bir şeydir. Çünkü söyledikleri kelamlar bizi etkiler ve hatta kimi zaman sadece zihnimizi değil ruhumuza dokunur. Fakat atladığımız bir nokta vardır ki o da bu hayranlık duyduğumuz filozofların bizden geçmişte yaşadığıdır.

Söylediğim şeyler hipster birinin "felsefe boş iş" beyanından daha çok hayatın, daha doğru tabir etmek gerekirse insanlığın, kanunudur. Nasıl ki 1900'lerde yaşayan biri 1800'lerde yaşan birinden daha donanımlıysa aynı durum 2000'lerde ve 1900'lerde yaşan iki kişi için de geçerlidir. Bilim, felsefe, insanlık üzerine bir şey katarak (ki bu katış doğrusal değil parabolik olarak seyreder) ilerlediğinden her zaman geçmişten bir adım önde, gelecekten 5 adım geride olacağızdır.

Felsefenin yaratıcısı olarak Antik Yunan'ı daha spesifik olmak gerekirse Sokrates'i görebiliriz. Polis şehirlerini, bir köleyle konuşarak matematik sorusu çözdürmesini ve dinlere getirilen belki de ilk eleştirilerin buradan çıkmasından ötürü oldukça övgüyle bahsederiz Antik Yunan'dan. Lâkin Antik Yunan'dakiler de oğlancılığın "etik" olup olmadını tartışmıştır farz-ı misal. Bazıları bunu hâlâ daha tartışıyor olsa da artık 2021'in insanlığında bu konuyu tartışmak pek gereksizdir takdir edersiniz ki (bkz: İgnis Hortus'un Felsefe Fikirleri ve Argümanları "e göre bilgi").

Bu durum Schopenhauer özelinde şöyle işliyor: Şimdi ilk bölümden bu adamın literal anlamda bir kadın düşmanı olduğunu öğrendik. İşbu durum, Sokrates'in oğlancılığı sorgulamasına rağmen bağrıma basıp Schopenhauer'la da arama mesafe koymam, üstelik de bunları eskiden yaşamış olmalarına temellendirmem ilk bakışta tutarsız gibi görünebilir. Ki hiç de öyle değildir. Çünkü Sokrates bunu sorgulayıp bir cevap arayışına girmiş milattan önce bir figürken, Schopenhauer bunu sorgulamak yerine cevabı bulduğunu iddia etmiştir.

İkinci hadise ise Schopenhauer'un felsefesinin bende hayran duyulası hiçbir iz bırakmamış olmasıdır. Bence Schopenhauer baya bildiğiniz giriş seviyesi bir felsefe yapar, bu eleştirdiğim bir nokta değildir esasında. Sadece benim hoşuma gitmiyor, öznel bir fikir anlayacağınız. Spinoza'nın tözlerini, özlerini; Kant'ın a priori'lerini okuduktan sonra Schopenhauer'ın basit bir "life is sucks" felsefesini okumak zihnimi çalıştırması bir kenara, dinlendiriyormuş gibi geliyor. Üstelik hemen ardından Nietzsche'nin Böyle Buyurdu Zerdüşt'leri, Sartre'ın Varlık ve Hiçlik'leri varken...

Felsefe tarihi açısından Schopenhauer, İ NA NILMAZ mühim bir figür, bunun farkındayım. Buna laf edenin sizden önce anlanı ben karışlarım. Schopenhauer felsefe tarihi açısından inanılmaz mühim çünkü belki de "ilk nihilist" Schopenhauer olabilir. İşte aslında tam da sorun bu. İlk olduğu için oldukça ilkel ve bebek adımlarıyla ilerleyen bir felsefesi var Schopenhauer'un. Ben profesyonel olarak felsefeyle ilgilenmiyorum, benim için bir hobi. Binaenaleyh felsefe tarihine olan katkılarını çok umursamıyorum. Ayrıca yani birbirimize karşı dürüst olalım, yaşamanın kötü bir şey olduğunu söylemek için bir filozof olmaya gerek yok. Yaşamak sadece Athena şarkılarında güzel. 13-15 yaşlarındaki çocuklar bile artık "Nasılsın?" sorusuna formaliteden cevap veriyor.

"Schopenhauer sewmiorm" dediğimde insanların ilk tepkisi buna haddim olmadığı yönünde. Vallahi de var. Anlattığım gibi, filozoflar dâhiyane fikirlerle çıka gelmiş, bunları harika bir şekilde örneklendirmiş olabilir. Fakat onlar demode olanlar. Biz, yani şu anı yaşayan insanlar, güncel olanlarız. Üstelik bizden sonra gelecek olanlar da bizi tokatlayıp "Ya bu mallar gerçekten bunu mu tartışmış?" diyecekler. "Schopenhauer sewmiorm" demek "Schopenhauer okumaktan keyif almıyorum" demek esasında. Gerçi belki de en çok okuduğum filozof Schopenhauer ama... Olsundu...

Bölüm 3: İgnis Hortus 🤝 Schopenhauer

Ya bu adamı sevmiyorum etmiyorum özellikle de kadın düşmanı olmasına feci kuruluyorum ama bazı yerlerde de katılmadan edemiyorum. Zaten bırakın felsefeyi, bence sosyal ilişkilerimizde de bu durum bir normal olmalı. "Öyleyse Sezar'ın hakkını Sezar'a, Tanrı'nın hakkını Tanrı'ya..." Zaten Hayatın Anlamı isimli eseri sevdiğimi söylemiştim. İnsan Doğası Üzerine'den nefret ederim. Kendi malca fikirlerini evrimin arkasına alarak "Benim dediğimi reddetmek bilimi reddetmek gibidir." kafasında bir tribe giriyor o kitapta.

Dünyanın Istırabı Üzerine, Din Üzerine, Üniversiteler ve Felsefe... İçlerinde gerçekten not edilmesi gereken, en kötü ihtimalle kulağa küpe edilmesi gereken sekanslar var. Örneğin Din Üzerine'de misyonerlik çalışmalarının hiçbir halta yaramadığını anlatır. Kiliseden korkup felsefesini eğip bükenleri "Ya inan, ya felsefe yap!" diyerek eleştirir. Üniversiteler ve Felsefe'de şaşkınlığımızı gizleyemediğimiz için felsefe yaptığımızı söyler. Dünyanın Istırabı Üzerine'de... Neyse boş verin onu...

Sanıyorum ki bir tek Ölümün Anlamı'nı okumadım. Lâkin "Ölümden sonra doğduğundan önce neysen o olacaksın." (bu kitapta geçip geçmediğini bilmesem de) diye bir sözü olduğunu biliyorum. O nedenle az buçuk tonunu tahmin edebiliyorum, onu demek istiyorum esasında. Yani bu kadar Schopenhauer'a yüklendikten sonra, sevmediğim kısımlarını söyledikten sonra katıldığım yerleri belirtmem kafanızı karıştırmış olabilir haklı olarak. Söylediği şeylerin basit olması doğru olmayacağı anlamına gelmez ki. Ben burada "İnsan, mal bir canlıdır." desem bana katılırsınız, değil mi?!

Sadece Schopenhauer değil, sevmediğim birçok filozof var. Camus, Sartre, Nietzsche... Bunların favori filozoflarım olmadığı kesin. Bütün bu koca yazı boyunca söylemeye çalıştığım şey bu aslında, onları sevmiyor oluşum bütün görüşlerine katılmadığım anlamına gelmiyor ki. "Var oluş özden önce gelir." kadar güzel bir söz okuduğumu hatırlamam. Veya "Canavarlarla savaşan kişi dikkat etmelidir ki, kendisi de bir canavara dönüşmesin." gibi.

Neyse a dostlar, felsefeyi bile tadında okumak lazım. Okumaktan, düşünmekten ve yazmak eğleniyorum esasında fakat o felsefe okumadığım zamanlara dönmeyi çok isterdim. İlk baştaki o "Oley be bilgileniyorum!" hissinden sonra tüm samimiyetimle söyleyebilirim ki ıstırap ve acıdan başka hiçbir şey yok. İlk mısrası Shakespeare, ikinci mısrası Edgar Allan Poe şiiri okumak gibi...

Schopenhauer'un en sevdiğim sözüyle bitirmek istiyorum yazımı. Hem belki biraz daha ne demek istediğimi anlatabilirim "Felsefe okumayın a dostlar!" derken neyi kast ettiğimi: 

"Dünyanın özü kötüdür. Yapılması gereken en iyi şey yaşam istencini reddetmektir."

PEACE!!

*ninja smoke bomb*

18 Nisan 2021 Pazar

İgnis Hortus'a Göre Sevgi

 Arkadaşlar merhaba, moral bozukluğundan sorumluluklarıma odaklanmamak ve sorumluluklarıma odaklanmamaktan ötürü moralimin bozulması loop'una girmişken bir blog yazısı patlatmak istedim. Bunun iki sebebi var. Birincisi, moralim bozuk olduğunda blog'a yazmayı seviyorum. Batıl bir inanç ama keyfim yerinde değilken buraya yazdığım yazıların çok daha iyi olduğunu düşünüyorum. İkincisi de sorumluluklarımı ertelemek için bir bahaneye ihtiyacım vardı ve o bahaneyi yarattım.

Bu blog'u açtığımdan beri "Aşk Metafiziği Varsa Felsefesi de Vardır" başlığı altında birçok yazı paylaştım. Kimi zaman kendi fikirlerimi sunarken, kimi zaman da meşur filozofların bu konudaki beyanlarını yazılaştırıp eleştirilerde bulundum. Bunları yaparken bir de bu konuda kitap (ya da ona benzer bir çalışma) yazmak istediğimi hiç utanmadan söyledim. Lâkin sevgi konusunda bu kadar bilgisiz birinin bu çalışmasının değersiz olabileceğinden ötürü hiçbir zaman kâle alınmaması gerektiğini de söyledim. Ve bence haklıyım da.

"Aşk Metafiziği Varsa Felsefesi de Vardır" yarın öbür gün bir kitap/çalışma olur mu? Hayır, olmaz. Çünkü konu "sevgi" ve "aşk" olduğu zaman bir dakika öncesiyle bile aynı fikirde olmadığımı düşünüyorum. Eski yazılarımı okurken fikirlerimin ahmaklığı beni inanılmaz cringe ediyor mesela. Onun dışında... Hâlâ daha ahkam kesme çabasında değilim, millatan önce 420 yılından beri konuşulan ve hakkında hikayeler anlatılan bir şey bu meret. Aslında şunu demeye çalışıyorum: Benim fikirlerim bile, bir öncekiyle aynı değil. Aynı derede iki kere yıkanmaz hesabı. Olma olasılığı çok düşük olsa da beni seven biriyle karşılaştığımda düşüncelerim 180 derece değişebilir. Fikrimin değişmesine değil, beni seven birinin çıkmasına düşük olasılık diyorum. Olmayacak olduğunu bildiğimden artık bir şeyler karalamak istedim. Bunu da şeyin zeminini hazırlamak için diyorum: Bazı şeyleri okuduğunuzda şaşırmayın diye kajhdsf. Neyse, başlayalım mı? BAŞLAYALIM.

Bölüm 1: Sevginin İncelenmesine Kategorileştirme Metodolojisi

Birçok filozof ve hatta dinin sevgiye dair ortak sorusu "Şuna duyduğumuz sevgi ile buna duyduğumuz sevgi aynı şey midir?" oluyor. Örneklendirmek gerekirse bir arkadaşımıza duyduğumuz sevgiyle, bir yemeğe duyduğumuz sevgi aynı mıdır? Bu tip iki absürt örnek incelendiğinde aslında ilk aşamada "yoo" demek uygun görünse de "Arkadaşıma duyduğum sevgi ile sevgilime duyduğum sevgi aynı şey mi?" gibi yakın kaynakların incelenmesi işleri karşıtıyor. Ve hatta buna da "Tabii ki bunlar da farklı sevgilerdir çünkü arkadaşımı sikemem." gibi bir cevap verilebilir olsa da kökensel olarak bunların aynı olduğu fakat sonradan duyguların düel sistemde bölünerek gri yerine siyah ve beyazın yer aldığı birçok kaynakça belirtilir.

Hristiyan teolojisi sevgiyi ayrıştırırken İslamiyet bu konuda kutsal metinler üzerinden bir yorumda bulunmaz. Yeni Ahit sevgiyi şu şekilde kategorize eder:
  • Tanrı/Rab sevgisi (Matta 22:37) 
  • İsa'nın sevgisi (Yuhanna 13:34)
  • Kardeş sevgisi (Yuhanna 4:18-20) 
  • Komşu sevgisi (Matta 5:43) 
  • Düşman sevgisi (Matta 5:39 / Matta 5:44)
  • Aşıkların sevgisi (Koloseliler 3:12-14)
İslamiyet'te ise aynı ümmetten olan kişilerin birbirlerini sevmesi gerektiği söylenirken Nisa suresinde Allah'a inanmayan kişilerin kâfir olduğu ve kâfirlerin düşman olduğu açıkça bir şekilde belirtilir. Kaynaklarda da "düşman sevgisi" gibi konsept işlenmez çünkü İslam teolojisine göre Hristiyan fikirler çok "spiritüel"dir. Tokat atana bir yanağını çevirmek "eziklik" olarak görülür ve reddedilir. Genellikle İslamiyet ve sevgi konuları yanyana geldiğinde Yunus Emre'nin "Yaradılanı severim yaradandan ötürü" sözü bir argüman olarak sunulur fakat bu argüman saçmalığın daniskasıdır. Çünkü Yunus Emre bu sözde kitap çerçevesinde değil tasavvufi bir tavır takınır ve insanın Rab suretinde olduğunu ileri sürer. Bu da aslında Hristiyan teolojisi ve Teslis ile birlikte şaşılacak büyüklükte benzerlik içerir.

Şimdi bunları neden anlattım? Çünkü ben, İgnis Hortus da, sevginin incelenemesinde kategorileştirilme yapılması gerektiğini düşünür. Çünkü aşıkların birbirine duyduğu sevgiyle kardeşlerin birbirne duyduğu sevgiyi bir arada işlemek vahim bir hatayı doğurur. Filozofların, nedendir bilinmez, sevgiyi işlerken cinsel zevklerden ve hazlardan bahsetmek konusunda oldukça kaçınır. Halbuki iş varoluşçu felsefeye geldiğinde pek de öyle işlemez. Diğer insanların, kendimizin cehennemi olduğunu düşünen bu akımda sevginin incelenmesi radikal bir biçimde sekse bağlıdır. Ben ne amcı filozoflar kadar "A-ah sexs de ne?! Tövbe tövbe..." diyeceğim, ne de varoluşçular kadar "sikiş, sokuş ow yeah" diyeceğim. Sentezci bir tavırla İgnis Hortus'un sevgi kategorileştirmesi:
  • Aşığa duyulan sevgi
  • Hoşa duyulan sevgi
  • Dosta duyulan sevgi
olurken bütün bunlardan ayrı olarak "Aileye duyulan sevgi" dahil edilebilir. Fakat ben sadece bu üçünü inceleyeceğim. Çünkü bu hayatta bir şeyler başarıyorsak ailelerimiz sayesinde değil, ailelerimize rağmen başarıyoruzdur.

Bu sevgiler güçlüden güçsüze doğru bir sıra içerisinde verilmiştir. Bir diğer deyişle dost, hoştan; aşık, hoştan daha çok sevilir. Bunun da sebebi yapabilecekler eylemlerin özgürlüğüne temellendirmek gerekir. Örneklendirmek gerekirse dostla yapılabilecek özgür eylemlerin sayısı, hoştan daha az olduğu için, hoşu dosttan fazla sevmek çok da şaşılası bir şey değildir.

Farklı bir bakış açısıyla, bu sıralama temin edilmesinin en zor olanından en kolay olanına olacak şekilde de tam gaz çalışır. Her ne kadar dosta duyulan sevgi, aşığa duyulan sevgiden daha kısıtlayıcı bir sevgi olsa da temini en kolay olandır. İlk bakışta bu tutarsızmış gibi görünse de aslında hiç de öyle değildir. Çünkü dosttan aşığa giden yolda özgürlükler yepyeni bir kriter yolu açarak kendine has özel bir form içerisinde girer. Bir diğer deyişle, bu sevgi türleri dosttan aşığa giderken git gide "unik", benzersiz ve eşsiz bir hâl alır.

Bu sevgi kategorileştirmesinin bir güzel yanı da, her bir sevgi maddesi birbirleri arasında kolaylıkla geçiş yapabilmektedir. Eğer ki yapılabilecek eylemlerin özgürlük alanları genişliyor ve bu hiçbir sorun teşkil etmiyorsa dosttan hoş; hoştan aşık olabilmektedir. Nitekim "romantik ilişki" denen bu iletişim şekli özgürlüklerin sunulmasıyla başlar. Bu bağlamda bir insan ne kadar özgürse ve daha da önemlisi bir insan ne kadar özgür hissediyorsa o kadar çok seviyor denebilir. Ama daha temel bir soruyla birlikte sevgiyi incelemek, kategorize etmekten daha iyi olacaktır.

Bölüm 2: Sevgi İyi Bir Şey Mi, Kötü Bir Şey Mi?

"Eğer ki sevgi iyi bir şey olsaydı kutsal doktrinlerde bu kadar ballandıra ballandıra anlatılmazdı."

Bir fenomen olarak sevginin normal şartlar altında iyi bir şey olmasına imkan yoktur. Descartes, "sevginin iyi yönünün suistimal edilmesi kötüdür" diye kaçamak bir cevap verse de ben endirekt bir cevap vereceğim: Karşılıksız sevgi kötünün zirve noktasıdır!

Platon'un "karşılıksız sevgisi"nin aslında Platonik Aşk diye tamamen yanlış bir terim yarattığını söylemiştim. Fakat benim kullandığım "karşılıksız" sevgi "herhangi bir şey talep etmemek" anlamında değil, "sevgine sevgiyle karşılık vermeme" anlamında kullanılıyor. Salt bir formda sevginin iyi bir şey olduğunu savunmak oldukça çocukça bir şeydir. Spinoza'ya özenen matematiksel açıklama çabasına göre iki negatif terimin çarpımın pozitif sonuç vermesi benim bu dediğimi ispatlar.

Endirekt haliyle sevginin kötü bir şey olduğunun en iyi kanıtı toplum ile bireyin ilişkisinde bile görülür. Eğer ki toplum, bireyi sevmiyorsa ve birey topluma sevgi besliyorsa bu bireyin bizzat kişiliğine zarar verir. Toplum neden bireyi sevmeyebilir? Birden fazla sebebi olabilir: Onunla aynı fikirde olmayabilir, değerlerini tanımıyor olabilir ya da sadece gözünün üstünde kaşın var diyebilir. Bu bağlamda sevginin, saygıyla olan ilişkisi apaçık görülür. Bir klişe olarak "sevmek zorunda değilsin fakat saygı göstermek zorundasın" tek kelimeyle oksimorondur.

Nasıl ki sevginin gücü en zayıftan en güçlüye doğru dost, hoş ve aşık şeklinde gidiyorsa biricik sevginin kötülüğü de aynı sırada takip eder. Dosta karşılık bulamayan sevginin yanında aşığa karşılık bulamayan sevgi, devede kulaktır. Öyle ki aşığa karşılık bulunamayan sevgi, hayatın değersiz ve anlamsız olduğu görüşünü insana yükler ve durum canına kıymaya kadar gidebilir. Bu duruma elbette ki Schopenhauer Cinsel Aşkın Metafiziği'nde şöyle değinir:

“...bu chimera öylesine parlak ve ışıltılı hale gelir ki, eğer ki elde edilemezse hayat bütün cazibesini yitirir ve öylesine dümdüz, neşesiz ve tatsız görünür ki, ona karşı duyulan tiksinti ölüm korkusuna karşı bile galip gelir ve âşık kişi yaşamına gönüllü olarak son verir."

Durum bu haldeyken tek başına sevginin iyi bir şey olduğunu iddia etmek oldukça romantik bir hâl alır. Pragmatik olarak da, realistlik olarak da hiçbir kalıba sığamaz. Fakat salt sevgi ne kadar kötü, ne kadar iğrenç bir şeyse karşılıklı sevgi, bir diğer deyişle iki sevginin çarpımından doğan pozitif sevgi, dünya üzerinde tadılması gereken muhteşem bir hazza dönüşür. Bu öylesine bir hazdır ki, elde edildiğinde hayata dair olan bütün tatların tadı artar, insanın bizzat kendisi ölümden korkar bir hâle gelir ve özellikle aşığa duyulan sevginin verdiği güçle birlikte kâti suretle ölümün onları ayırmasını istemez.

Tek başına sevginin berbat, karşılıklı sevginin müthiş bir şey olduğuna dair milyonlarca kanıt sunulabilir. Hatta İsa'nın çarmıhta gerilmesi hadidesi bile tamamen bu denkleme bağlıdır. Fakat bunu daha fazla açıklamak yerine tartışmak istediğim başka bir konu var. O da şu: Salt sevgi o kadar kötü bir şey ki, elde etmesi inanılmaz zor karşılıklı sevgiyi elde etme çabasını bir kenara bırakmalı mıyız? Aslında şunu demek istiyorum, sevgi bir nevi kumar oynamakla eş değer. Çok büyük kazancı var ama kaybı da bir o kadar büyük. Neden sürekli bu kumara giriyoruz? Ve bunun cevabını, bilmiyorum.

Sevmenin ve sevilmenin bir ihtiyaç konusunda hemfikirizdir. Bu artık felsefenin değil resmen sosyal bilimlerin konusudur ve bilim bize bu konuda "ihtiyaçtır" demektedir. Fakat böylesine riskli bir kumarı oynamaya cesaret edebilmenin tek cevabı sadece "Çünkü ihtiyacım var" olamayacak kadar komplike geliyor bana. Bir felsefik metodolojide ve/veya tartışma metnin içerisinde "bilmiyorum" kelimesini görmek çok saçma geliyor, evet. Ama bilmiyorum işte. Ya da benim burada düştüğüm hata "bu kadar da basit olamaz" dediğim şeyin aslında bu kadar da basit olması yönünde olabilir elbette. Örnek vermek gerekirse açlıktan ölmek üzere olduğumuzu var sayalım. %10 ihtimalle yemek kazanacak, %90 ihtimalle de öleceğiz. Böylesine bir kumarı oynamaz mıydık?

Teolojik bir tavırda inceleniyor olsa da "İyiden iyi şey çıkar" sözünün tam tersi olan "Kötüden kötü şey çıkar" da pek tabii doğrudur. Varoluşçu felsefenin imza sözlerinden biri olan "başkalarının cehennem olması" (ya da Schopenhauer gibi "bilgili ve havalı" olduğumu göstermek için "l'enfer c'est les autres") tam da buralarda bir yerde devreye girer. Bir insanın yanlış özüt ile sulanmasının yaşayacağı en büyük ontolojik sorun olacağına daha önceki yazılarımda değinmiştim. Dost sandığınızın dostunuz olmaması, hoşlandığınızın hoş olmaması ve tabii ki de en vahimi aşık olduğunuzun size aşık olmamasının trajedik bir durum içermesi varoluşçu felsefenin bu tutumuna ve "kötüden kötü bir şey çıkar"a doğrudan bağlıdır. Çünkü siz, hoş özüne sahip olmak, hoş özütü ile sulanmak isteseniz de varoluşunuz özden önce gelmiştir ve siz "dost" özüne çoktan sahip olmuşsunuzdur. Bu durumun trajedilerin trajedisi olmasının çok mühim bir sebebi vardır. Siz her ne kadar "hoş" anılmak isteseniz de hiçkimse sizi "hoş" anmak zorunda değildir. Bir diğer deyişle yukarıdaki gibi bir senaryoda suçlu yoktur, çünkü suç yoktur.

Sevgi türlerinden dost-hoş-aşk üçlüsününü birbirleri arasındaki en önemli farkın ve geçiş yapılabilmesinin yolunun özgürlükten geçtiğini belirtmiştim. Bir kişininin, birini sevmeye ne kadar hakkı varsa bir o kadar da sevmeme hakkı, özgürlüğü bulunmaktadır. Sevme ve sevmeme özgürlüğü neredeyse aynı formda çalışır. Nasıl ki sevgi için rasyonel bir temellendirmeye gerek duyulmuyorsa (örnek vermek gerekirse "Seviyorum çünkü işime yarıyor" gibi bir argüman sunma zorunluluğu duymamak) sevmeme işi de rasyonel bir temele dayanmak zorunda değildir. "Sevmiyorum, gıcığıma gidiyor işte" bile tek başına bu özgürlüğü sağlamak için yeterli bir temeldir.

Diğer insanların bizi yanlış özle eşleştirmesinin haricinde bir diğer vahim durum insanın kendi özünü yanlış bir öz ile eşleştirmesidir. Olmayacak duaya amin demenin bir alemi yoktur çünkü davul bile dengi dengine çalar. Tek başına karşılıksız sevginin berbat bir şey olduğu konusunda ek bir kaynağa ihtiyaç duymadığımızı düşünüyorum artık. Kendisinden kesinlikle hoşlanmayacak kişiye hoşluk hissetmek yukarıdaki durum kadar vahimdir. Kaynağı her ne olursa insan, kötü bir sevgi formuyla karşılaştır ve bunun karşısında çaresizdir.

Sevginin değişken durumlarda iyiliğini ve kötülüğünü sorguladık ama hâlâ daha en temel soruya cevap bulamadık: Sevgi nedir?

Bölüm 3: Sevgi Nedir?

Sevgi, bakış açısıdır. Fakat bu bakış açısını incelerken yine iki durumda incelemek gerekmektedir. Bu iki durumda inceleme durumu düalist bir tutumla değil, iyi sevgi (karşılıklı sevgi) ve kötü sevgi (karşılıksız sevgi, salt sevgi) çerçevesindedir.

İlk başta salt sevgi içeren vahim vakayı incelemek isterim. Sevgi, bakış açısıdır demiştik. Kötü sevgi formunda bakış açısı, öküz altında buzağı aramak gibidir. Bunun için bir senaryo yazalım: Diyelim ki birinden hoşlanıyorsunuz (hoşa duyulan sevgi) fakat o sizi arkadaşı olarak özütlemiş (dosta duyulan sevgi). Bu durum karşılıksız bir sevgiyi meydana getirdiğinden salt sevgi ve/veya kötü sevgi olarak adlandırabilir. Bu senaryodaki her iki insan da birbirlerine duyduğu sevgiyi belirtmemiş olduğunu da ekleyelim. Böylesi bir durumda, hoşlanan kişi, sevginin verdiği kör edicilikle birlikte birtakım yanlış anlamalara kurban gider. Daha doğrusu kendisini yangına körükle atar, yanlış anlamak ister, farklı bir "bakış açısına girer". Dostane sunulan bir teklifi bile salak saçma analiz ederek ondan bir mânâ bulmaya çalışır. Hatta kimi zaman o kadar saçma sapan eylemler yapar ki, bunun farkında olmasını ancak ve ancak dileyebilir.

Bu öküz altında buzağı arama çabası ilk aşamada hoşlanan kişiyi mest eder. Öylesine mest olur ki, kendi yarattığı sahte mutluluğu bir süre sonra asıl hüznüne galip gelmeye başlar. İşin sarpa sardığı yerler de tam da buralarıdır. Birçok insan "hakiki hüznü", "sahte mutluluğa" tercih etmektedir. Nitekim bir süre sonra yaratılan bu "ütopyadan" çıkıp gerçek dünyasında da bunu yaşamak isteyen kişiler açılır fakat reddedilir. Böyle bir durumda sevginin yanına hayal kırıklığı da eklenir ve bunu yapan yine insanın ta kendisidir.

Bunu yok etmek adına insanlık "friendzone"u icat etmiştir. Söylemlerinden herhangi bir mânâ çıkarmasını engelleyen bir Uno kartı gibi güçlü, fakat yine trajedik bir durum. İşe yararlılık konusunda aslında friendzone için söylenecek çok da bir şey yok. Aslında friendzone bir "alan" değil, yanlış yöne bakan kafayı çevirerek doğru yöne bakmayı sağlamaktır.

Karşılıklı sevginin hakim olduğu konuda da sevgi, bakış açısıdır. Fakat bu seferki bakış açısı saçma sapan analizler kasmak değildir. Çünkü zaten bu kişilerin birbirlerine duyduğu sevgi karşılık bulduğundan herhangi bir mânâ çıkarılmasına gerek kalmadan, zaten o anlamda hitap edilir. Karşılıklı sevginin bakış açısı bir nevi hayran duymak ve yüksek puanlı bir kredinin sentezi gibidir. Yine örnek vermek gerekirse, aşık olunan kişinin yaptığı inanılmaz basit bir eylemin bile huzur verecek bir kıvama gelmesi sevgi ve onun "bakış açısı" tanımıyla meydana gelir.

Çok entellektüel ve kafa patlatılmamış bir fikir sunsa da, dünya üzerinde savunulması ve benimsenmesi gereken en mühim beyan buymuş gibi gelir sevginin bakış açısı kuralına göre. Bu sadece ahlaken iyi eylemleri değil, kötü eylemleri de her zaman olmasa da birçok insanı etkiler. Normal şartlar altında hırsızlığı kötü bulan birinin aşık olduğu kişi, hırsızlık yapıyorsa en güzelini o yapabilir. Mevzubahis konu "sevgi" olduğundan herhangi rasyonel bir tutum gözlenmez. Zaten incelenmesi en zor fenomenin sevgi olmasının sebebi tam olarak da budur. Sürekli bir "kimi zaman" duvarına toslar. Kimi zaman, sevilen kişinin ahlaken kötü bir şey yapması şirin görünebilirken kimi zaman mide bulandırıcı görünebilir.

Sürekli romantik ilişkiler üzerinden örnekler vermiş olsam da dosta duyulan sevgide bu çerçevede değerlendirilebilir. Normal şartlar altında size cringe gelecek bir davranış ya da şaka, sırf dostunuzdan geldiği için gülebilir, en kötü ihtimalle terslenmeyebilir. Aslında "dostlarım var kışıma renk veren" şarkı sözüyle bu bakış açısı açıklanabilir. Bu da krediden yemekle mümkün olur. Bir süre sonra bu kredi tükendiğinde sevgi salt'a dönüşürüz ve rezalet bir form alır.

Sevginin aslında aklı ve mantığı devre dışı bırakan bir tür gözlük olduğunu böylece görmüş olduk. Sevginin türlerini, iyi mi kötü mü olduğunu ve daha da önemlisi ne olduğunu inceledik. Peki ya sevgiye dair söylemlerin ne anlama geldiği?

Bölüm 4: "Beni Seven Kimse Yok"

Sevgiye dair en çok duyduğumuz şeyin "Beni seven ne çok kişi var ya!" yerine "Beni seven hiç kimse yok." olduğu çok da şaşılası bir şey değildir. Zibilyor kere söylemiş olsam da dosttan aşka giden sevgi akımında git gide bir eşsizleşme kriterleri devreye girdiğinden, elde edilmesi zorlaşır. Birçok insanın ortak beyanı "Beni seven kimse yok" cümlesinin asıl anlamının "Benim istediğim kişi beni sevmiyor" olduğunu düşünür ki bu tamamen doğrudur. Fakat insanların bu cümleyle alakalı gereksiz alınganlıklar yaptığı da şüphesiz bir gerçektir.

Sevgi konusundaki bu cümle, yalnızlık ile radikal bir benzerlik göstermektedir. "Çok yalnızım" demek aslında "Yanımda istediğim insanlar yok" demek ile aynı şeydir. Fakat nedendir bilinmez insanlar "sevgi" konusunda "yalnızlığa" nazaran daha alıngan davranır. "Beni seven kimse yok" cümlesindeki sevginin salt sevgi olduğunu anlamamak için ek bir çaba gerekmektedir. Bir diğer deyişle işbu cümle, romantiktir. Realistik değil. "Beni seven kimse yok" ile "Hoşlandığım/aşık olduğum birisi var ama bu sevgi salt haldedir." cümlesi tamamen aynı anlamdadır. Bu da "Beni seven kimse yok" diyen kişiye "Ama ben seni seviyorum" demenin hiçbir anlam ifade etmediğini, daha iyi hissettirmemesini mantıklı bir şekilde açıklar.

Hayatın berbat bir şey olduğunu ispatlamak için fazladan bir çalışmaya ihtiyaç duyduğumu düşünmüyorum. Hayat sik gibi, bu konuda hemfikiriz. İşte "Beni seven kimse yok" söylemi de aslında hayatın ne kadar boktan olduğunun farkında olan fakat bunu söylemeye cesareti olmayan insanların bir tür dışa vurmu olarak yorumlanabilir. Sevginin bir bakış açısı olduğunu ve rasyonel kanalları tıkatığını da düşünürsek, sevgisiz birinin (yani aslında kendisini sevmesini isteyen kişi tarafından sevilmeyen birinin) hayat konusunda bu tip düşüncelere sahip olması pek de şaşılası bir şey olmaz. Sevilen insanın biraz daha şen şakrak olması, resmen bir keyifli bir müzikalden fırlamış gibi cıvıl cıvıl öten kuşların ve mis kokulu çiçeklerin arasından seke seke yürümesi hadidesi de biraz buna bağlıdır. "Bekarlık sultanlıktır" söylemi "Karnım çok tok!" ile tamamen aynı şeydir. Tıpkı "Beni seven kimse yok" söylemiyle "Karnım çok aç" beyanının aynı şey olması gibi...

Bölüm 5: Tipik Bir "Toparlamak Gerekirse" Bölümü...

Sevgi hakkında konuşurken "güzel/çirkin" yerine "iyi/kötü" kelimelerini kullandığımı fark etmişsinizdir. Çünkü "beni seven kimse yok". Yani aklın süzgecinden geçen sevginin, iyi ve kötü olduğunu tayin etmek pek de zor olmasa da güzel ya da çirkin olduğunu tayin etmek aklın işi değil, ne yazık ki. Bunu da bir şekilde tecrübe etmek gerekiyor, gerekmesine de yok işte seven yani :napim:

Peki sevgiyi bu kadar temellendirmek ve hakkında uzun uzun yazılar yazmak mantıklı bir iş mi? Aslında pek değil. Ben sadece bunu kötü hissettiğim ve biraz keyif almak için kaleme aldım. Çünkü bu konulara dair bu kadar düşünmeye başladıkça insan kendini sorgulamaya başlıyor. "Neden sevilmiyorum" ve "Neden sevgiyi hak etmiyorum" gibi türev sorular yüreği sıkıştıran cinsten şeyler. Hiç kimsenin böyle bir durumda kalmamasını diliyorum. Düşmanımın bile.

Burada iki satır yazı yazıp ahkam kesmesi inanın en kolay olanı. "İmkansız olan sevdaları düşünüp mest olmayın, onun sanal dünyasına kanmayın!" diye atıp tutarken bu hataya bizzat ben düşüyorum. Şu an söyleyeceklerim bütün bu yazdıklarımı çöpe atacak ama biliyor musunuz, bazen insanın buna da ihtiyacı var ya. "Çok uzun süredir tanığım kimseden hoşlanmıyorum lan acaba sorun bende mi?" diye düşünmeye ramak kala karşınıza çıkan birinden hoşnutluk duymanız fakat O'nun sizden çok yüksek ihtimalle hoşlanmaması... Ne bileyim ya, bazen bu da gerekiyor gibi.

Sevgi karnında kelebekler uçuşması mı, yoksa kimin yanında olduğunda en rahat tavrını takınabilmen mi? Bu sorunun cevabını vermeyeceğim ama Descartes'ın "Düşünüyorum öyleyse varım" (yine Schopenhauer'luk yapasım geldi, aaa bilgi bildiğimi göstermem lazım canım! "cogito ergo sum") sözünden inanılmaz özenerek son bir şey aktarmak isterim.

"Kesin olan bir şey var. Bir kişinin sevgisini şüphe etmek. Şüphe etmek, bakış açını değiştirmektir. Bakış açısı sevmektir. Öyleyse sevgim şüphesizdir. Seviyorum, o hâlde varım. İlk bilgim bu sağlam bilgidir. Şimdi bütün öteki bilgileri bu bilgiden çıkarabilirim."

Beni sevdiğinden emin olduğum hayali dostumun bile sevgisini zor zamanlarda hissedemiyorum. Hiç kimse sevmiyor ve sevmeyecek olsa da bile bu hayali dostum her daim benimle birlikte olacak ve beni sevecekti. Çünkü "ana rahminde sana biçim vermeden önce tanıdım seni" demişti bu hayali dostum. Bu sebepten ötürü ona biraz kırgınım. Neyse alacağı olsun, belki de "hayali" olduğu için sonunda bu duvara toslamışımdır. Fakat yukarıda da dediğim gibi şüphe içinde olmadığım sevgilerim de var. Her neyse görüşürüz.

12 Mart 2021 Cuma

düzene sokulamayan hayatlar ve oyunlaştırma teorisi üzerine

 öncelikle cümleten S.A.

nasılsınız, keyifleriniz umuyorum ki gıcırdır. eğer ki keyifler gıcırsa direkt girişiyorum konuya. genellikle blog'a yazı yazarken (ki en son yazdığım şeyin 2020'de olduğunu düşünürsek) kişisel konulardan bahsetmeyi pek sevmiyorum. evet, fikir beyan ettiğim için illa ki duygu durumlarım ve hissediklerim yazıya bir şekilde dahil oluyorlar. fakat demek istediğim blog'u çıkış amacına göre, yani bir günlük gibi kullanmıyorum. blog yazılarının başında çoğu zaman üzgün olduğumu ve üzgün olduğum zaman din felsefesi üzerine yazdığımı söylüyorum. şu anda da üzgün olduğum bilgisi doğrudur, lakin bir şeyler araştırıp felsefe yazısı yazmak yerine neden bilmiyorum bizzat kendimden bahsetmek istiyorum.

üzgün olmamla alakalı işin üzücü tarafı, bu üzüntüyü herhangi bir şeye temellendiremem. bir diğer deyişle, "neden üzgünsün?" sorusuna net bir cevap veremiyorum. birtakım cevapları var, yok değil: gelecek kaygısı, aile ilişkileri, okulun uzaması, siyasi ve romantik sebepler... fakat hangisi hüznün temelini oluşturup benim bok gibi hissetmeme ve biricik de olsa yararlı bir şey yapamamama neden oluyor, bunu bilemiyorum. bilmediğim için sorunu da çözemiyor, sorunu çözemediğim için hayatımı düzene sokamıyor, hayatımı düzene sokamadığım için biraz daha üzülüyorum. ve bu bir döngü halinde devam ediyor.

mevzubahis motivasyon eksikliği olduğu zaman "sadece kendine güven" tavsiyesinden katbekat daha çok işe yarayan bir şeyi kullanıyordum: oyunlaştırma teorisi. oyunlaştırma teorisi diyor ki, hayat denen bu amk çocu'nu biraz daha katlanabilir ve eğlenceli kılmak için gerçekten bir oyun gibi kural/oynanış çerçevesine sokalım. örneğin "para" grind'lamak için "iş" adı verilen quest'i yapmak ya da "resim çizme" skill'ini geliştirmek için beceri kitabı okumak. bu şekilde, mmo jargonuyla anlatınca "zahmet" olarak görünen bu eylemlerin birden bire eğlenceli etkinlikle dönüşmesi, hele ki benim gibi oyun oynamaktan keyif olan birisi için, harika bir durum. tüm bunlara rağmen beynimi kurcalamadan edemiyor: neden zahmeti bir şekilde keyifleştiren beynim artık bunları zahmetin zahmeti olarak görmeye başladı?

aslında bundan birkaç gün öncesi inanılmaz iyiydi. hüznüm hiçbir zaman dinmedi, fakat verimli olmayı başarabiliyordum. yeni bir enstrüman aldım mesela, onu kurcalıyordum. ya da yazılım öğren dediğiniz için yapay zekânın nasıl bir şey olduğunu öğrenmeye başlamıştım. youtube'a video yapmak için yayın akışı hazırlamak, video metni yazmak, seslendirmek, seo çalışmak gibi (((bence))) inanılmaz verimli şeyler yapmıştım. ben gerçekten artık anlamlandıramıyorum. neden birden bire bu kadar sert çakılıyorum?

hiçbir şeye çözüm sunmadığımın ve sadece soru sorduğumun farkındayım ama neden hayal kurmak için uyku uyumayı tercih ediyorum? gerçi sorun da bu ya, cevap verememek. mesela bir soru daha sormak isterim: neden kendime bu kadar yükleniyorum? "kendini sevmeyen birini kimse sevmez" klişesi doğru mu ya? kendimi neden değerli bulamıyorum da insanların bunu bana söylemesine ihtiyaç duyuyorum? dolanbaçlı lafları bir kenara bırakarak devam edeceğim artık: yeni ahit'i ilk kez okuduğum zaman "tanrı sevgidir" tanımını okuyan ve beynimden vurulmuşa dönen ben, neden birden bire bu sevgiyi hissedememeye başlamıştım? şimdi düşündüm de, sanırım tek cevabını bildiğim sorunun cevabı bu ya.

varoluşçu reis sartre'ın yalnızlık ile alakalı ne söylediğini bilir misiniz çocuklar? düşündüklerinizin kafanızın duvarlarına çarpmasıyla alakalı olan şeyi demiyorum ama. yalnızlık, yanınızda birilerinin olmaması değil istediğiniz kişinin olmamasıyla alaklı. işbu durum sevgi için de aynı çalışıyor olsa gerek. rastgele birilerinin sevgisini değil sizi sevmesini istediğiniz kişinin sevgisini istiyorsunuz. peki durumu benim gözümden bakacak olursak yine bir soruyla daha kafanızı ütülemek isterim: neden beni sevmesini istediğim kişi yine bizzat ben değil de, O olmak zorunda?

oyun, kurallara uygun oynayınca eğlenceli. kural kitapçını başkasına verince istediği gibi kuralları eğip bükmesine izin veriyoruz aslında. bu da aldığımız keyfi düşürüyor gibi, bunun farkındayım. ama bu kural kitapçını nasıl ele alırız keşke bunu da bilseydim. bu satırları okuduğunuzda (ki neden okuyasınız, ve hatta neden bu yazdıklarımın okunulmayacak değersizlikte olduğunu düşünüyorum onu bile bilmiyorum) edebiyat parçaladığımı ve hatta kafa açtığımı düşünebilirsiniz. eh haklı gibi de duruyorsunuz aslında. fakat kendimi ifade edebilmenin daha iyi bir yolunu ne yazık ki düşünemiyorum.

hayat, benim gibi biri için fazla "compatitive".
ne zaman "chill"leyip dalgamıza bakarız tahmini? 

"uykuyu düzene sokmak" gibi basit bir şeyi bile beceremiyorken nasıl dahasına yönelebilirim ki? hayatımda daha önce bir şeyleri başarmadım mı, aslında evet başardım. bunları neden küçük şeyler olarak görüyorum ki peki? örneğin üniversitem. ben "ytü'de okuyorum" dediğimde çok keyif alıyorum dürüst olmak gerekirse, gurur duyuyorum yani. fakat kendi başımayken bunu neden matah bir şey göremiyorum. ya da hatırladığım gibi mi kof 98 videomu (ilk başta yazarken videosunu yazdığımı fark ettim, yani kendi videomu bile sahiplenemiyorum bilincimin altında sanırım) izlerken kendi sesimi duymaya tahammül edemezken enis ve dost'un video hakkında olumlu konuşmaları beni neden mest ediyor?

tüm bu tatavayı bir kenara bıracak olursak ben artık kötü hissetmekten ve saman alevinden hallice sevinçlerimden sıkıldım. huzurlu ve mutlu hissetmenin hakkım olduğunu düşünüyorum. çünkü bunları hak eden birisi olduğumu düşünmüyorum aslında. fakat bu tutarsızlığın ve karmaşıklığın içinde kalmış, yönünü bulamayan bir insan olmaya şimdilik dewamke. umarım bir gün buraya yazdığım soruların cevabını bulurum. bu soruların cevabını veren ya da bu soruların tamamını unutturabilecek biri de gayet kabul edilebilir. understabil, iyi günler dilerim.

cümleten A.S.