14 Şubat 2019 Perşembe

14 Şubat Özel: Schopenhauer'a Göre Aşk

Schopenhauer'a atıfta bulunarak ismini verdiğim projelerimden biri olan "Aşk Metafiziği Varsa Felsefesi de Vardır" eserinden birçok yazımda defalarca bahsettim. Kitaplaştırmak istediğim bu eserin konseptinde belli başlı filozofların, ideolojilerin ve elbette dinlerin aşk konusunda nasıl fikir beyan ettiklerini okurla paylaşıyordum. Nitekim bu çatı altında toplanabilecek dört yazı hazırladım. Bunlar kronolojik olarak; Platon'a Göre Aşk (Platonik Aşk), Aşk Metafiziği Varsa Felsefesi de Vardır: Reddedilmek, Aldatılmak ve Terk Edilmenin Benzer ve Farklı Yönleri14 Şubat Özel: Sevgililik veya Flört Caiz Midir, Haram Mıdır? ve son olarak René Descartes'a Göre Aşk yazıları idi. Bu dört yazıda da ünlü filozofların ve hatta Tanrı'nın ne dediğini inceledik. Peki ya her fırsatta yerden yere vurduğum ve hatta bu eserin isminin ilham kaynağı olan Schopenhauer? O ne diyordu, peki ya ben ne diyordum? Bu arada selamlaşmayı unuttuk sevgili okur, merhaba.


Dürüst olmak gerekirse hazırlığını en rahat yapmış olduğum filozof Schopenhauer oldu. Hiç şüphesiz “Aşk ve Kadınlara Dair” eseri büyük bir etmen fakat Schopenhauer’ın felsefesi de tek seferde anlamaya gayet müsait. Kitaplarını en azından makalelerini okuduğunuzda “nihilism kırıntıları” göreceksiniz ve hayatı hakkında da bilgi sahibi olduğunuz zaman bunları sentezlemeniz oldukça kolay olacak. Bu sebeple bir farklılık yapıp öncelikle özet şekilde Schopenhauer’un biyografisinden bahsedip asıl konumuza giriş yapacağız.

Tam ismiyle Arthur Schopenhauer, 22 Şubat 1788’de Almanya ile Polonya arasında bulunan Danzig şehrinde doğar. Babası Heinrich Floris Schopenhauer tüccar bir aileden gelmekteyken annesi Johanna Schopenhauer sonraları tanıdık olan bir edebiyatçıdır. Polonya’nın bölünmesi sebebiyle Danzig’i terk edip Hamburg’a yerleşen Schopenhauer’lar yeni bir iş yeri açarlar. Bununla birlikte Arthur Hamburg’ta özel bir lisede eğitim görürken bilgiye daha çok iştahlı olduğu için daha da iyi bir liseye gitmek istediğini babasına bildirir. Babası ise bunun gereksiz olduğunu ve Avrupa’da eğitim seyahati sonrasına bunun kararını vermesini gerektiğini öğütler. Arthur bu öğüdü dinler ve Hollanda, İngiltere, Fransa, İsveç, İsviçre, Prusya arasında seyahatini tamamlar.

1805’te baba Schopenhauer açıklanamayan bir kaza sebebiyle ölür. Bu sebepten ötürü firma kapanır ve aile Weimar’a taşınır. Arthur Hamburg’ta yalnız kalır ve baba mesleği ile felsefe arasında bir karar vermek zorunda kalacaktır. Franz Passow ile 1807’de Doering Lisesi sayesinde tanışır. Bu hayatındaki en mühim eğitimcilerinden birini tanıması demektir. Aynı dönemde kendisinden 11 yaş büyük olan Karoline ile ilişki demeye bin şahit kaoslar onu ruhsal bunalımlara sokar.

Reşit olduğunda babasından kalan mirası almasıyla birlikte maddi olarak bir sorunu kalmaz. 1809’da tıp eğitimine başladığı zaman şiddetli bir şekilde felsefeye dönüş yapar. İlk okuyucularından biri Goethe olmasına rağmen sert dille Newton’u eleştirdiği için Goethe’nin Schopenhauer sevdası azalarak biter. Bu dönemde doktorasını da veren Schopenhauer’ın babasından kalan mirasın bir kısmını yatırdığı banka iflas eder. Ekonomik olarak tekrardan sıkıntıya düşen Schopenhauer, Berlin Üniversitesi’ne öğretim görevlisi olmak için başvuru yapar ve kabul edilir. Dillere pelesenk “Hegel-Schopenhauer” kavgası tam da bu dönemde patlak verir çünkü Schopenhauer neredeyse boş sınıflara ders anlatır. Bu durum üzerine üniversite felsefesini zaten boşlayan Schopenhauer’un 1821’de mirasından kalan ödemesini alınca orayı terk eder.

Schopenhauer her daim yazdı fakat fikirleri pek takipçi bulamadı. Neticede o da zaten gerçeklerin öncelikle alay edildiğini, sonra kendilerine şiddetle karşı çıkıldığını ve son olarak doğru olduklarının açıkça ilan edildiğini kendisi söylemiştir ve bunun oldukça farkındadır. İmza eserlerini gün yüzünde çıkardığında ise ateşli taraftarları ve hatta Nietzsche’nin de akıl hocası olmuştur. 1838 yılında da annesi ölür.

1851’de en vurucu eserlerinden biri olan Yaşam Bilgeliği Üzerine Aforizmalar’ın ardından 9 Eylül 1860 tarihinde akciğer iltihaplanmasına yakalanır. 21 Eylül’de ölür ve 26 Eylül günü Frankfurt’da toprağa verilir.

Schopenhauer’un felsefesi için bahsettiğim “nihilizm kırıntılarına” rastlamamak yaşam öyküsünü okuduğunda o kadar da şaşırtıcı gelmeyecektir çünkü takdir edersiniz ki kendisi pek kolay bir hayat geçirmemiş. Doğduğu yerlerden göç etmek zorunda kalışı, babasının açıklanamayan ölümü, eğitim sürecinde çektiği sancılar, eğitim görevlisi olduğunda Hegel kavgası, resmen boş sınıflara ders anlatması ve tabi ki bu kitapta ayrıca dikkat edilmesi gereken Karoline ile yaşamış olduğu dertler gibi etkilerle birlikte kimse Schopenhauer’un bir eli yağda bir eli balda yaşadığını iddia edemez. Aslında Schopenhauer, bu kitap için oldukça önemli bir yer taşımaktadır çünkü “Aşk metafiziği varsa felsefesi de vardır.” diyebilmemin birincil sebebi ta kendisidir. Çünkü, “Kadınlar ve Aşk’a Dair” eserinde “Aşk Metafiziği” ve “Cinsel Aşkın Metafiziği” kavramlarını Schopenhauer kullanmıştır. Aşk felsefesine girizgah yapmadan öncelikle Schopenhauer’un genel felsefesinin beğendiğim ve beğenmediğim yerlerini söylemeliyim.

Döneminde de kendince cesur söylemleri sebebiyle kilise tarafından da şiddetli bir şekilde karşı çıkılan biri olsa da aslında söylemleri ne kötücül ve düşmancıl ne de iyimser. En sevdiğim eserlerinden biri olan “Hayatın Anlamı”nda resmen intiharı meşru bir eylem kılsa da bunu yapmasında herhangi bir tutarsızlık görmüyorsunuz çünkü tek Tanrılı dinlerin "Neden intihar etmemeliyiz?" sorusunu temellendiremediğini iddia eder. Ta ki “Tanrı’nın verdiği canı, Tanrı alır.” öğretisine kulak verene kadar. Eserinde can sıkıntısının insanın en büyük düşmanlarından biri olduğunu söyler ve ne de haklıdır! Kurduğu “ekmek elden su gölden” ütopyasının bir sonucu olarak can sıkıntısının var olacağını; can sıkıntısıyla birlikte de geriye sadece yapacağımız üç şeyin kaldığını iddia eder. Bunlar;

  1. Can sıkıntısından ölmek.
  2. İntihar etmek. (Kitapta, "Kendilerini asarlardı." diyerek belirtiyor.)
  3. Diğer insanlara sataşarak kavga etmek, dövüşmek veya öldürmek.
Bu nedenle sahip olduğumuz dünyevi yaşam işleri dert edilecek can sıkıntıları değildir nitekim bunlar bizim hayatta kalmamız için şarttır. Schopenhauer’un hayata gül pembe bakmadığı aşikardır fakat yine de sahip olduğumuz ızdıraplar, hüzünler ve kederler can sıkıntımıza etki ettirilmediği zaman olumlanabilir bile. Bu da hayatta kalmanın ta kendisiyle mümkündür. Burada olay her ne kadar insancıl faktöre bağlı gibi görünse de “dertsizlik derdi” korkunç bir şeydir. Buna benzer bir durum bilimsel olarak incelendiğine bile görülür; insanın her zamankinden daha yüksek seviyede mutluluk hormonu salgılaması için her zaman yaptığı sıradan eylemlerden hariç olarak farklı tecrübelere girmesi gerekmektedir. Schopenhauer’a göre mutluluğa asla ulaşılmaz, ulaşıldığı sanılır. Can sıkıntısını gidermek için biri, her şeyi yapabilir bunda kendi bencilliği rol oynar. Nihilist tutumlara rağmen Schopenhauer “İnsan Doğası Üzerine” eserinde ahlaki değerlerden bahseder ve yarım ağız da olsa bunların insanların kedini “daha iyi hissetmek” için yapmış olduğu zorunlu yasalara bağlı olan tutumlar olduğunu kabul eder. Ayrıca her eserinde kendi ahlak felsefesine sürekli atıf yapar ve kendi ahlak felsefesini beğendiğini her müsait durumda dile getirir.

Schopenhauer’un vermiş olduğu ütopya örneğini çok seviyorum çünkü onu haklı bulduğum nadir konulardan biridir. Onun İnsan Doğası Üzerine’sinden ayrı olarak bana göre her insanın bir şeyler yaratma isteği can sıkıntısını gidermek için yapılan bir eylemdir. Estetik olarak güzel ya da çirkin oluşunu şu an tartışmayacağım ama günümüzde tükettiğimiz eğlence materyallerinin varlığı, bunun apaçık kanıtı olabilir. Bu materyallerin ortaya çıkışının günümüzde birinci sebebi elbette ekonomik, ikinci sebebi ise üretici insanların can sıkıntısını gidermek. İş tüketicinin gözünden incelendiğinde “can sıkıntısını geçirme” maddesi ilk sıraya yerleşir. Popüler kültürün vermiş olduğu sektörsel içerikleri kimse “Ben daha donanımlı bir birey olmalıyım, alanımda bir numaraya yükselmeliyim.” diyerek değil; “Bu akşam da yapacak bir şeyim yok aslında bir film izlesem/kitap okusam mı?” diyerek tükettiğini herkes bilir*. Hayatımızın büyük ölçüsünü can sıkıntısını gidermek için harcadığımızın ve hatta hobilerimizin bile bu yönde şekillendiğini gördüğünüzde bu konuda Schopenhauer’a katılmamak içten bile olmayacaktır. Keyif almadığınız, ilginizi asla çekmeyen biri işi yapar mısınız? Mesela balık tutmak gibi. Avcılığa dair içinizde bir heves yok ve sadece bunun adını duymanız bile sizde “pöf” etkisi yarattıysa neden balık tutasınız ki? Zaten bunu sizin için yapanlar var, kendilerinden satın alabilirsiniz. İşte insan tam da bu yüzden sosyal bir şey.

Ahlaki tutumlarda Schopenhauer için bir şeyler söylemek bana oldukça zor geliyor bunun sebebi ise onun etiğini tam olarak kavrayamam. Nietzsche, her ne kadar onun ilk öğrencilerinden olsa da eserlerinde bol bol eleştirir; Nietzsche’ye göre ahlak “İyi ve Kötünün Ötesinde”dir. Canavarlarla dövüşen kişinin dikkat etmesi gereken en büyük husus canavara dönüşmemek olmalıdır.

Schopenhauer’a göre aşk, cinsel dürtülerle temellendirilmiştir. Zaten hali hazırda burada ilk eksi puanını verdiren düşünce sistemi detaylandırılmış şekilde bu şekildedir;

Hayat, hali hazırda ızdıraptır. Dünyanın özü kötüdür, yapılması gereken en iyi şey yaşama isteğini reddetmektir. Fakat can sıkıntısına karşı da koymak gereklidir bu yüzden haz duyduğumuz belli başlı eylemler neredeyse şarttır ve bunlar insanın doğasındandır. İnsanlar “yapılmasından keyif duyulan” bir eylem sonucu üremeseler soy devam eder miydi? Bu nedenle cinsellik, can sıkıntısına karşı en iyi ilaçlardan biri olacaktır, aşk ise onun bir uzantısı. Erkekler kadınları çiftleşene kadar arzular, hele çiftleşme gerçekleşip de kadın, çocuğuna anne olduktan sonra erkek, başka dişilere doğru yelken açar. Aşık olduğumuz kişiler üremek istediğimiz kişilerden fazlası değildir. Birini “güzel ya da yakışıklı” bulmamız da bununla ilişkilidir. İnsanın kendisinin sahip olduğu fiziksel özelliklerden zıt, birilerine aşık olma durumu doğal seleksiyondan verimli canlı ortaya çıkarmanın evrimsel bir çabasıdır. Bunun için en iyi örnekler her iki cins için söyle sıralanabilir;

Erkeklerin dolgun göğüslü kadınları sevmesindeki bir numaralı etki doğacak yavruya temin edeceği besin (anne sütü) konusunda sıkıntıya düşmeyecek oluşudur. Sancısız bir emzirme dönemi biyolojik olarak kaliteli bir canlının temelini atmakta elbette çok önemlidir ve güçlü bireyin yetişmesi böyle mümkün olabilir. Güçlü olan yaşama mücadelesini kazanır, doğal seçilimden o elenmez. Bunun bilincinde olan erkek, kadınını seçerken bu kriteri göz önüne alır. Kaliteli yavru, kaliteli nesil demektir ve bundan sonraki bireylerde (yani torunları da) doğal seçilimin şüphesiz galipleri olacaklardır.

Kadınların geniş omuzlu ve uzun boylu erkekleri beğenip kendilerine aşık etmesinde de yukarıdakine benzer bir durum vardır. Geniş omuzlu erkek, kadınına “cesaret” aşılamanın yanı sıra; küheylan gibi görünen biri düşmanına "Bu güçlüdür." ön yargısını vereceği için ona bulaşılma olasılığını azaltır. Yavrunun da geniş omuzlu doğma ihtimaliyle haberler iyidir çünkü yavru daha kaliteli bir yaşam sürdürebilir. Ayrıca uzun boy bir avantajdır. Lamark’ın zürafalarından bahsetmeye gerek yok! Uzun olan hayatta kalmıştır, kalacaktır. Yavru kişi doğal seçilimin galibidir.

Yaşama mücadelesini kazanacak yavru meydana getirmenin yanı sıra can sıkıntısına bire bir olması sebebiyle cinsellikte haz mühim olacaktır. Mutluluğu elde etmek imkansız olabilir yine de illüzyonik bir mutluluğa kimse hayır demeyecektir. Kendi cinsi keyiflerine uymayan biriyle birlikte olmak can sıkıntısına can sıkıntısı katmaktır ve elbette gereksizdir. Ayrıca erkeklerin başka dişilere yelken açması insanın üreme sistemine temellendirilir. Dişi, dokuz aylık bir süreç boyunca özel durumlar hariç olmak üzere sadece bir tane yavru meydana getirebilirken; erkek, için böyle bir kısıtlama söz konusu değildir. Çok eşlilik erkeğin fıtratında olduğu gibi tamamen meşrudur. Fakat öyle ya insanlar bazen gerçekten de aşık olabilir!


"Böylesine sonsuz öneme sahip ilişkilerde rol oynadığı duygusu, aşığı dünyevi olan her şeyin hatta aslında kendi kendisinin bile üzerine yükseltir ve onun fazlasıyla fiziksel arzularına öylesine bir doğa üstülük elbisesi giydirir ki, aşk birden bire en sıradan kişinin hayatında bile şiirsel ve büyüleyici bir hikaye görünümüne kavuşturur.”

“...bu chimera öylesine parlak ve ışıltılı hale gelir ki, eğer ki elde edilemezse hayat bütün cazibesini yitirir ve öylesine dümdüz, neşesiz ve tatsız görünür ki, ona karşı duyulan tiksinti ölüm korkusuna karşı bile galip gelir ve âşık kişi yaşamına gönüllü olarak son verir."


Schopenhauer - Cinsel Aşkın Metafiziği (Oda Yayınları)


Eh, Schopenhauer’un aşk felsefesini okuduğunuzda “Ya bırak eleştirme, yeterince vasat zaten düşene bir de sen vurma.” deseniz yeridir. Çünkü temellendirmeleri ve verdiklerini örnekler kolaylıkla yıkılabilecek şekildedir. “İyi de bunlar evrimsel zaten amaç doğal seçilim için verimli birey meydana getirmek.” diye vurgulamasında da bilimsellik kalkanının arkasına saklandığını göreceksiniz. Bu bana kalırsa baya korkakça yapılmış bir hamledir. Kendisine “Fakat senin söylediklerinin şurası yanlış.” denildiğinde “Bunların hepsi bilimsel gerçekler, bu argümanı reddedersen, bilimi reddedersin.” deme hakkına sahip. Yine de bu bizim eleştiri oklarımızdan kaçacak anlamına gelmiyor. Haydi başlayalım ve iyice didikleyelim; Schopenhauer’un aşk felsefesinin sorunları nelerdir?

İlk aşamada can sıkıntısını gidermek için haz duyulacak işleri yapmamızı öğütlüyor ve bunun doğruluğu tartışılmaz bir olgu. Varoluşçularda da göreceğimiz bu tutum; insan kendisi ne yapmak istiyorsa onu yapar düşüncesiyle benzeşmektedir. Tadını beğenmediğiniz bir yemeği yemeyi tercih eder misiniz ya da hiç güzel bulmadığınız bir kazağı satın almayı? Konu hele aşk felsefesi olduğunda hazcılık kapıları çok daha fazla açık olur. En basit şekilde incelememiz gerekirse kendinize, “Mutsuz bir ilişki mi yoksa mutlu bir bekarlık mı tercih edersiniz?” sorusunu sorun. Sonuç hiç şaşırtmayan bir şekilde mutlu bekarlığın çoğunluğu üzerine olurdu. Uzun lafın kısası Schopenhauer; can sıkıntısını gidermek için birilerini sevdiğimizi sanar, "Biri bize haz sunmuyorsa onunla olmamalıyız." gibi düşünceleri çok şiddetli savunur. İşlerin haz ayağında doğruyu söylediği sadece ben değil birçok insan tarafından onaylanmışken işler “sanmak” kısmına geldiğinde sarpa sarar.

Erkeklerin doğası gereği çok eşli olması gerektiğini savunmak tam da Schopenhauer’a yakışırdı! Öncelikle burada sormamız gereken soru “İnsan bir hayvan mıdır?” olmalıdır çünkü Schopenhauer resmen insanı hayvan yerine koymaktadır. Elbette huyumdur bilirsiniz en son söylenmesi gereken şeyi ilk başta söyleyip ardından savunmayı daha çok seviyorum. İnsan, biyolojik olarak elbette bir hayvandır. Fakat sosyal bilimler ve felsefe de işin içine girdiği zaman görülür ki insan denen mahlukat hayvandan öte birtakım elementleri içinde barındırır. Bu elementleri barındırması insanların, hayvanlardan daha değerli bir konuma sokacağı gibi fikre soksa da bu pek tabii ki yanlıştır.

Bu tip tanımlamalarda iş her zaman keyfiliğe kalır. İnsanın hayvan olduğunu savunan biri de, hayvan olmadığını savunan biri de kendi keyfine göre cevaplar verir ve siz her ikisini de dinlediğinizde ister istemez iki görüşe de hak verirsiniz. Ben “insan hayvan değildir”i savunurken üç argüman ortaya atacağım. Biri daha teist gözünden iken, diğeri de insanın gelişimiyle alakalı olacak.

1. Tanrı doğrudan Ademoğlu ile iletişim kurmasıyla insanın –en azından bizim dünyamızdaki- canlılardan daha farklı bir şey olduğunu zaten hali hazırda göstermiş bulunur. Doğru/yanlış, var/yok, güzel/çirkin, iyi/kötü algısı insan tarafından olur. Hür irade ve hatta Tanrı’ya tapınmama hakkı sadece insanlara tanınmıştır. İbrahim peygamber Tanrı’yı aklını kullanarak bulmuştur ve insanın aklını kullanması gerektiği kutsal metinlerde (özellikle Kuran-ı Kerim’de) sık sık tekrar edilir. İnsan; düşünür, sorgular, akıl yürütür. Rasyoneldir. Kendi fizyolojisinin sınırlarını aşar, bilim ve felsefe yapar. Çok uzak bir mesafe mi kat etmek gerekli? Tamam belki at, ufak molalarla bir insana nazaran daha çabuk oraya varabilir fakat insan aklını kullanıp kendi sınırlarını aşarak “araba” dediğimiz şeyi üretir hem de attan yaklaşık 400-500 kat daha güçlü bir şekilde. Fakat atlar araba kullanamaz ve üretemez.

2. Her insan kültürlüdür. Kültürsüz insan yoktur, kültürü farklı insan vardır. Kültür ise yanında yaşatılması gereken değerleri getirir. Farklı medeniyetlerden eylemler duyduğumuzda şaşmamız bile bizim bir hayvan olmadığımızın tek başına kanıtıdır. Hayvanlar aleminde işler resmen tekelleşmiştir. Aslan avını avlar, yer, ürer ve uyur. Fakat insan böyle değildir. Bir şeylere anlamlar yükler. Birtakım insanlar avını avlar, ayinler ve kutlama yapar, totem diker, yaşlısına saygı duyar, yeri gelince isyan eder. Hemen yan kabiledeki insanlar et yemez, sebzelerini hasat eder, tırpanlara ve hayvanlara özellikle özen gösterir, hukuk kurallarını buna verilecek zararlar üzerine temellendirir. Demek istediğim; her insan apayrı bir dünyadır ve çeşitlilik kültürel anlamda da söz konusudur. Bu insanı hayvan olmaktan farklı bir şey yapar.

3. İnsanlar ve insanlık gelişir. Hayvanlar alemi olduğu yerde saymaya devam eder. Milattan önce mağaralarda yaşarken müstakil evler, apartmanlar, siteler insan gibi özel bir şeyin elinden çıkabilirdi. İşi toplumsal olarak değil bireyselliğine indirdiğimizde de insanın spesifik farklılıklarla donatıldığı görülür. El beceresi edinir, düşünme yetisini arttırır, haz duyar, acı çeker. Hayvan eğitilir, insan yetiştirilir.

Soyu devam ettirmek için gerekliliğini öne sürüp “Önce şu kadınla birlikte olayım sonra bununla olayım.” tipindeki bir düşünce sistemi eleştirilmeyi hak ediyordur. Sürekli insanın hayvan olmadığını kanıtlamak için kullandığım şeylere lütfen dikkat edin. Sürekli bir şeylere anlam yükleyip onu değerli kılma söz konusu. Şüphesiz buna verilecek en iyi örnek “hayat”tır. Hayatın anlamını arar, kendimizce bulur ve ona değer veririz. Herkesçe olmasa da birçok kişi elinden ya bir an önce alınmasını istemez ya da bitmesinden korkar. Çünkü hayat sadece bir tanedir. Kimisi tadını doyasıya çıkarmak için dünyevi işler peşine koşar, kimisi de sonsuz yaşamına bir köprü olarak gördüğü için hayatını ibadetlerle doldurur. Burada esas dikkat edilmesi konu bunun hemen hemen tek eşliliğe benzemesidir. Birinde anlam aranır, bulunur ve değer verilir. Gitmesi ya da bitmesi istenmez. Çünkü o bir tanedir. Nitekim tek eşlilik aşırı değerli bir erdemdir. Tam da sadece insan gibi gelişmiş bir canlının yapabileceği bir erdem!

Bu paragrafı okuduğunuzda aklınıza üçüncü sınıf, "çay ve rakı edebiyatları" gelmiş olabilir. Fakat benim örneğini vermek istediğim şey insan denen canlının birtakım olgulara haddinden fazla anlam vermesi üzerinedir. İnsan, çay denen basit bir içeceğe o kadar anlam yükler ki, kendisini ikram eden kişinin kötü olmayacağını düşünecek kadar aptal bir sapağa girebilir. Hayata ya da bir kişiye anlam yüklenirken bir diğer deyişle severken de aynı hatayı yapması pek olasıdır. Yine de açıkça görünmektedir ki anlam yüklenen şeye, haddinden fazla değer verilmesi onun tek yani biricik olmasının değerini asla ve asla örtmez. Schopenhauer, çok eşliliği savunarak en hafif tabiriyle boş yapmıştır.

Çok eşlilik kısmından gol yiyen Schopenhauer, bir diğer golü insanları güzel ya da çirkin bulmamızdaki temellendirmesinden yer. Hatırlamak gerekirse, Schopenhauer'a göre birini güzel ya da çirkin bulmamızın sebebi doğal seleksiyonda elenmeyecek yavrular yaratma potansiyeli üzerine kurulu idi. Schopenhauer, argümanlarını cinselliğe temellendiren herkesin yaptığı klasik bir hataya düşer. Bu hata da homoseksüel yani eş cinsel ilişkiyi tamamen göz ardı etmesidir. Freud nasıl ki erkek çocuğun anne, kız çocuğun baba ile olan bağlılıklarını cinselliğe bağlıyorsa Schopenhauer’da güzelliği cinselliğe, cinselliği de üremeye bağlar. Homoseksüel ilişkilerde birincil amaç üreme değil haz söz konusu olduğu için bu argüman yerle bir olur.

Toparlamak gerekirse, Schopenhauer'a göre aşk bir haz çerçevesinde kurulan bir sistem iken bu haz, ruhani bir hazdan ziyade %100 hayvani bir haz. Aşk durumu söz konusu olduğu zaman fiziksel güzellik ya da yakışıklılık durumlarını tek kalemde inkar etmek, aşırı duygusaldır ve asla reel olamaz. Fakat Schopenhauer'un yapmış olduğu temellendirmenin hatalı oluşu ve insanın güzellik anlayışını çok basite indirgemesi eleştirilmesi için yeter de artar. Uzun lafın kısası, genellikle Schopenhauer'a göre aşk incelenirken çok klişeleşmiş fakat doğru bir biçimde özetleyen şu söz söylenebilir: "Aşk, soyun devam ettirmesi için uydurulan bir kılıf/bir biyolojik reaksiyondan başka bir şey değildir."

YouTube'da 4 adet kitap incelediğim bir video serisi yapmıştım. İsmi ise oldukça basit bir şekilde Kitap Eleştirisi/Tavsiyesi idi. Kötü bulduklarımı ve okunmaması gerekenlere video başlığında eleştiri, beğendiklerimi ve okunabilir bulduklarıma ise tavsiye kelimesini kullandım. Schopenhauer'ın Hayatın Anlamı eserini de bu video serisine konuk almıştım. Videoda, Schopenhauer'ın felsefesini asla sevmediğimi, kesinlikle ahmakça fikirlere sahip olduğunu, temellendirmelerini hatalı olduğunu belirtmiş fakat bu kitabın tüm bunlardan sıyrılarak çok ustaca yazılmış bir eser olduğunu anlatmıştım. Bu nedenle de başlık için "tavsiye" kelimesini uygun bulmuştum.

Sırf bunun için linç yedim ve bazen yer yer hakarete uğradım. Kaba bir tabirle filozoflar piyasasında Kant, Spinoza, Descartes gibi isimler varken Schopenhauer, Sartre gibi isimleri budala bulmam pek de şaşılmayacak bir şey olacaktır. Kadınların değersiz ve tek başına bir iş yapamayacaklarını düşünen de, şüpheci olmanın kurnazlık gerektirdiğini düşünen de aynı kişi. İkinci önermeyi doğru buluyorum diye ilk önermeyi de doğru bulmalıyım? Kimi fikirlerini kabul edebildiğim için diğer fikirlerini eleştirme hakkından mahrum mu oluyorum?

Yazının başında Schopenhauer'ın hayatından bahsederek felsefesinde nihilizm kırıntıları gördüğümüzün ve bunun da şaşılmayacak bir şey olduğunu belirtmiştim. Yanlış anlaşılmak istemediğimden ve metnin akışını bozmak istemediğimden bu notu yazının sonuna eklemek istedim. Schopenhauer'ın yaşadıklarıyla birtakım fikirler beyan etmesi (hayat anlamı, kadınların değersizliği gibi) kesinlikle yanlış olduğu anlamına gelmez ve "Abi adam böyle böyle yaşamış ya bundan ötürü böyle diyor." diye eleştirilemez. Örneğin iyilik yapan birinin karşılığında bir şey bulamaması sonucu, "İyilik yapıyorum sonucunda da bir şey olduğu yok, benim başıma kötülükler gelmeye devam ediyor." şeklinde sitem etmesini düşünelim. Yaşadıklarının bir tecrübesi olarak edilen bu sitem tek kalemde yanlış diye kestirip atılmaz. Çünkü doğru olabilir ve hatta doğrudur. İyilik yapmamızın sebebi ya ruhani bir haz/keyif almak ya da toplum da yer edinmek için olabilir. Fakat iyilik yaptık diye iyilik bulacağız diye bir kanun yoktur. Atılan düşünce incelenir ve ne olduğuna öyle karar verilir.

Oh çok şükür sevgili okur, bu saçma günü ve sen bilirsin saçma mı değil mi yazıyı sonunda bitirdik. 2020'de bir tane 14 Şubat yazısı hazırlar mıyım, kim bilir fakat sen yine de kendine çok iyi bak. Geçen sene yazmış olduğum tebriği çok sevdiğimden bir daha yazmak istiyorum, aşk doktoru çok çirkin ve iğrenç bir tabirdir. Fakat aşk filozofu harikadır. Bu sebepten ötürü bu küçük aşk filozofunuz ve teologunuz Sevgililer Günü'nüzü kutluyor. Buyurun benden size bir adet Afrodit götü; <3

Umarım zevk alarak okumuşsunuzdur. Eğer zevk aldıysanız geçen seneki yazıyı okumayı, yazım yanlışı gördüğünüzde bildirmeyi ve fikirlerinizi söylemeyi sakın ihmal etmeyin. Sevgiyle kalın.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder